31 Temmuz 2007 Salı

Cumhurbaskanligi Secimleri - Can Dundar

Köşk Yolunda 2 Kaza

Köşk'e çıkan protokol yolu sarp bir yokuştur; tırmanması zordur.
O yokuşta yaşanmış iki cumhurbaşkanlığı kazası anımsatacağım bugün...
İkisini de tanıklarından dinlemiştim.
İlkini Milli Birlik Komitesi (MBK) üyesi Sıtkı Ulay anlatmıştı.
1961'in ekim ayı...

27 Mayıs yönetimi işbaşındaydı.
Seçimleri, devrilen DP'nin devamı sayılan partiler kazanmıştı.
Asker yeniden müdahale eğilimindeydi. Devreye İsmet Paşa girdi. Askerleri belli koşullarla siyasete karışmamaya ikna etti. Koşullardan biri, 27 Mayıs lideri Gürsel'in Köşk'e çıkmasıydı.
İşte o kritik günlerde bir isim adaylıkta ısrar etti:
Prof. Ali Fuat Başgil...

Başgil, eski DP'lilerin sevgi gösterileri arasında adaylığını açıklamaya Ankara'ya geldi. Başbakanlığa çağrıldı. Orada kendisini iki MBK üyesi bekliyordu.
Sıtkı Ulay, lafı çevirmeden kendisine şöyle dedi:
"Hoca, bil ki sen cumhurbaşkanı olursan ne top atılır, ne tören yapılır. Senin cibin hazır. Koyacaklar seni bir cibe... Yukarıda bir yere götürecekler. Orada akıbetin meçhul. Belki Etlik'te mezarını bile hazırlamışlardır."

Hoca, o gün adaylıktan vazgeçip Ankara'yı terk etti.

İkinci örneği Bülent Ecevit anlatmıştı.

Bu olaydan 12 yıl sonra...

Yıl: 1973.
12 Mart'ın kudretli generali Faruk Gürler, Genelkurmay Başkanı oldu. Cevdet Sunay'ın boşalttığı cumhurbaşkanlığına aday olmak için istifa etti. Kontenjan senatörlüğüne atandı.
Ordunun adayıydı. Seçimine kesin gözüyle bakılıyordu. Aleyhte haberlere sansür konmuştu. Seçilmezse askerin yeniden darbe yapacağını ima eden "Bir gece ansızın gelebilirim" şarkısı dillerdeydi.

Seçimin yapılacağı 13 Mart günü Ecevit Meclis'e geldiğinde etrafın silahlı askeri birliklerce kuşatıldığını gördü. İçeri milletvekilleri ve gazeteciler dışında sivil giyimli hiç kimse alınmıyordu. Parlamento koridorları yüksek rütbeli subaylar ve öfkeli generallerle doluydu. Koridorda rastladıkları milletvekillerine, Gürler'e oy vermeleri için baskı yapıyorlardı. Ecevit, tanıdığı bir general tarafından telefonda ölümle tehdit edildi.

Oturum başladığında izleyiciler arasında Genelkurmay Başkanı ve tam 52 general vardı. Tankların şehre girmek için emir beklediği söylentisi yayıldı.

Bu ortamda oylamaya geçildi.
Milletvekillerinin önünde birbirinden beter iki seçenek vardı:
İki yıl önce meşru hükümeti deviren askerlerin adayını seçmek... Ya da seçmeyip yeni bir müdahale için askere koz vermek...

Sonuçlar açıklanınca herkes şoke oldu:
AP'nin adayı, Gürler'e büyük fark atmıştı.
AP ve CHP'liler silahlı baskıya direnmişlerdi.
Ecevit'i ertesi gün Genelkurmay'a çağırdılar. Eşiyle helalleşti. Ama gidince Genelkurmay Başkanı Org. Sancar hiç ummadığı bir şey duydu:
"Meclis şahsiyetli davrandı. Biz cumhurbaşkanlığı seçiminden elimizi çekiyoruz. İstediğinizi seçin."

Bu, Meclis'in 12 Mart rövanşıydı.
Bu örnekleri anlatınca "Hükümeti askeri müdahaleyle tehdit ettiğimiz" sanılıyor.
Tersine, müdahale dönemlerinin tamamen kapanmasını istediğimiz için yazıyoruz bunları...
Sadece şunu söylüyoruz:
1961'in yeniden yaşanmaması için 1973 örneği iyi incelenmelidir:
Sivil uzlaşma, her müdahalenin üstesinden gelir.

Ama inat ve dayatma, her türlü belaya gebedir.

20.06.2006

Başbakan’a bir belgesel tavsiyesi

15 yıl önce Mehmet Ali Birand ve Bülent Çaplı ile birlikte hazırladığımız, büyük tartışmalar yaratan, 10 bölümlük "Demirkırat" belgeselini TRT yeniden yayımlıyor pazar geceleri...
Keşke vakti olsa da Başbakan Erdoğan da izleyebilse...
Ders alınacak o kadar çok şey var ki...

Belgeselin ilk bölümlerinde anlatılan DP ile AKP arasında pek çok benzerlik var.
DP de AKP gibi ciddi oy oranıyla iktidara gelmiş, kitlelere büyük umutlar vermiş ve ilk yıllarda önemli reformlara imza atmıştı.

İlk elde Türkçe ezan mecburiyetinin kaldırılması gibi kararlarla dindar kitleye göz kırpmıştı.
Amerika'nın gözüne ve NATO'ya girebilmek için sınır ötesi bir savaşa asker göndermeye "Evet" demişti.

Balayı döneminde basının, iş çevrelerinin, üniversitenin, Washington'un desteğini hep arkasında hissetmişti.

Ama ben Başbakan'a özellikle 5. bölümden sonrasını izlemesini tavsiye ederim.
Çünkü, DP'nin iktidarda 4. yılını anlatan o bölüm ve sonrası, iktidarda 4. yılını yaşayan AKP için gerçek bir ders niteliğindedir.

Neler olduğunu özetleyeyim:
Kitlelerin ilgisi DP'nin başını döndürür.
Başbakan buna güvenir ve "Halk arkamda" duygusuyla hırçınlaşır.
Kendisine oy vermeyen illeri cezalandırır.
Yargıçları ve öğretim üyelerini karşısına alır.

Bugün Emin Çölaşan'a yapılana benzer baskılarla muhalif gazetecileri sıkıştırır. Hüseyin Cahit Yalçın'ı 80 yaşında hapse attırır.

Parti içinde "Bu, iyiye gidiş değil" diyenlere kulak asmaz.
O 5. bölümde, bir başka gelişmeden de söz edilir:
Ordu içinde "Vatan elden gidiyor, bir şeyler yapmalı" diye başlayan sohbetlerin başladığı dönem de o dönemdir.

İlk hücre örgütleri o dönemde kurulur, iktidarı devirme yemini için silaha el konulur, hatta iktidar yanlısı olarak görülen Genelkurmay Başkanı'na bile tepki duyulur.
Son bölümlere doğru Başbakan bazı rektörleri "Kara cübbeliler" diyerek hedef gösterecek, iş çevrelerini "Bizden olanlar ve ötekiler" diye cepheleştirecek, muhalefetle ilişkileri sürekli gerecek ve büyüyen yolsuzluk söylentilerinin üzerini örtecektir.

Gidişatı gören Washington desteğini çeker.

1960'a gelindiğinde birileri Başbakan'a "Köşk'e sen çık, cumhurbaşkanı ol" der. Bunu diyenler arasında dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Cemal Gürsel de vardır.
Ki Menderes devrildiğinde Köşk'e çıkan, o olacaktır.

Şimdi muhalif gazetecilerin hesapları didikleniyor, rektörler hedef haline sokuluyor, ABD ile ilişkiler geriliyor, iş çevrelerinin "Cepheleştirme" diyen uyarılarına kulak asılmıyor, yolsuzluk söylentilerinin üstüne gidilmiyor, parti içi muhalefete tahammül edilmiyor ve bir yandan Köşk hesapları yapılırken, bir yandan da çeteleşme haberleri yayılıyor ya...

Başbakan'a tavsiyem odur ki pazar geceleri önce haberleri, sonra belgeseli izlesin.
Yarım asırlık bu zaman tünelinden geçsin.

Evet, belgeselin son bölümü Türkiye için yüz karasıdır.
Ancak ilk bölümleri iyi izleyenler, son bölümün nasıl önlenebileceğini görebilirler.

22.05.2001
Eşiniz Sizi Ele Verir

Geçenlerde bir yazıda "Hep kendine benzeyenlere tutulur insan" demiştim, "...çünkü her aşkta kendini arar..."

İspat için de basit bir oyun önermiştim:
Türkiye'yi hiç bilmeyen birine iki sütunda 5'er isim verin:
Süleyman, Bülent, Özer, Mesut, Necmettin...

Rahşan, Tansu, Nazmiye, Nermin, Berna...

Ona bu isimlerin özelliklerini anlatın ve bunları eşleştirmesini isteyin. 5'te 5 tutturduğunu hayretle göreceksiniz.

Ya da daha basitini yapın:
Ona iki ayrı "Semra" anlatın; hangisini Turgut Özal'a, hangisini Ahmet Necdet Sezer'e yakıştırdığını sorun.

Yine doğrusunu bilecektir.
Yazının çıktığı hafta Amerika'daydım. Bir okurum "Sizin oyunu Amerikalı bir arkadaşımla oynadık" dedi, "Gerçekten de 5'te 5 tutturdu".
Öyledir.

Eşiniz, sizi ele verir.

Hayatınızın bu en kritik tercihinde, artılarınız ve eksileriniz, erdemleriniz ve kompleksleriniz, müttefik aradığınız tutkularınız, gizlemeye çabaladığınız defolarınız, tamamlamaya çalıştığınız noksanlarınız, kendinizde arayıp bulamadıklarınız, olmak isteyip olamadıklarınız gizlidir.
Bir ara en büyük hayalim, "first lady"ler (başkadınlar) üzerinden alternatif bir Türkiye belgeseli yapmaktı. Eşlerinin kimi zaman arkasında, kimi zaman yanında, kimi zaman önünde duran bu kadınların portreleri, bize hem "zirvedeki adam"ın arka cepheden çekilmiş bir fotoğrafını, hem de Türkiye'nin dönemden döneme renk değiştiren eşsiz manzarasını sunuyordu.
Latife Hanım, yeni Türkiye'ye örnek olmak üzere seçilmiş, "model" olsun diye evlenilmiş bir misyonerdi. Okur yazar, cevval, hırslı ve müdahaleciydi. Tıpkı eşi gibi...
Mevhibe Hanım, gölgede kalmayı seçmiş fedakar bir adamın gölgesinde fedakar bir hayatı seçmişti.

Berin Hanım, kocasının akıbetinin çok daha ağırını yaşamaya mahkum edilmişti.
Rahşan Hanım'ın halinde, tavrında, kişiliğinde seçtiği hayat arkadaşı gizliydi.
Nazmiye Hanım, karısını ön plana çıkarmak istemeyen tipik bir Anadolu erkeğinin eşiydi.
Nermin Hanım'da örtünmeyi seçen bir dönem kadınlarının dünyasını görmek, Semra Hanım'da "alaturka - modern" bir devrin izini sürmek mümkündü.

İsteyen bu listeye Özer Bey'i de katabilir ve ona bakıp karısını tanıyabilirdi.
Son iki günde gazetelerin 1. sayfalarını süsleyen iki yeni "first lady", yargılarımı pekiştirdi.
19 Mayıs'ta şeref tribününde gözyaşı döken Semra Sezer, tıpkı eşi gibi, fazla ön plana çıkmayı sevmeyen bir kişilik... Bir yandan evlatlar yetiştirirken, öte yandan kamuya hizmet etmeyi şiar edinmiş bir emekli öğretmen... Gösterişsiz, sade ve sevecen... Şimdi Köşk'te hem mesleğine, hem Batılı "first lady"lerin hizmet geleneklerine uygun bir eğitim kampanyasına imza atmaya hazırlanıyor.

Catherine Derviş, yurtdışında kendi halinde yaşarken bir anda Türkiye'ye "tayini çıkmış" ve gelir gelmez gazetelerin manşetine yerleşmiş bir kadın... Bu tanımın ve çehresindeki ışıltılı gülümseyişin eşininkine ne kadar benzediğini belirtmeye gerek var mı?

Dedim ya, "Seçtiğiniz eşler, yaşadığınız sevdalar otobiyografinizin sizi ele veren birer sayfasıdır".
Kadınlar üzerinden bir Türkiye tarihi yazmak ne güzel olurdu değil mi?

14.08.2000
El Ense
Bir sahneyi hiç unutmuyorum: Ahmet Necdet Sezer'in Cumhurbaşkanı adayı olarak ilan edilişinin ertesi günü Anayasa Mahkemesi'nin kuruluş yıldönümüydü.
Mahkemenin tören salonunda La Traviata'nın notaları uçuşurken deneyimli bir hukuk muhabiri kulağıma eğilip "o sabah savcıyla konuştuğunu" söylemişti.

"Savcı", kritik noktalarda önemli çıkışlarıyla tanınmış bir hukukçuydu.
Devletin sesiydi.

"Ne diyor" diye sordum.

Muhabir arkadaşım gözlerini, en önde Cumhurbaşkanı Demirel'le yan yana oturan Anayasa Mahkemesi Başkanı'na dikerek savcının cümlesini aktardı:
"Sezer seçilirse son kale de düşer."
"Son kale", Çankaya Köşkü'ydü.

Devletin "derin"lerine kök salanların Sezer'den hiç hoşlanmadıkları ilk günden biliniyordu. Çünkü Anayasa Mahkemesi Başkanı olarak yaptığı iki "zehir zemberek" konuşmada Sezer, sınırsız ifade özgürlüğünü savunmuş, dil yasağının kaldırılmasını istemiş, 12 Eylül Anayasası'na karşı çıkmış, Yüksek Askeri Şura kararlarına yargı denetiminden yana tavır koymuş, savaş hali bahane edilerek özgürlüklerin askıya alınamayacağını söylemişti.

Bunlar, Ankara'nın "hassas tüyler"ini diken diken etmişti.

İlk günlerde Sezer'e yönelik kamuoyu desteği nedeniyle "iki adım geri" gidenler, geçen hafta, "Artık bir 'Hoş geldin Partisi'nin vaktidir" diyerek "bir adım ileri" attılar.
Tahminim odur ki, son faşizan kararname, Sezer'in "temel hakların yasayla düzenlenmesi"ne dair hassasiyeti bilinerek ve ona rağmen "istendi."

"Son kale"nin sakinini köşeye sıkıştırmak için de, kararname çıkmazsa devletin 1-2 gün içinde bölücülerle mürtecilerin eline düşeceği havası yaratıldı.
"İyi saatte olsunlar", "hukuk" taşını oynayan Sezer'e karşı "güvenlik" taşıyla "Şah" çektiler.
Mat oldular.

Güreşte buna "el ense çekmek" derler.
Karakucak için kispet giyip harman yerine çıkan pehlivan, gösterişli bir peşrev faslından sonra hasmını ensesinden sertçe kavrayıp şöyle bir "tartar."
Pehlivan bu "ilk şaplak"ta sendelerse rakibi, artık oyun boyunca onunla kedinin fareyle oynadığı gibi oynar ve ilk kündede pes ettirir.

Rakip sıkı durursa bu, kolunun kolay bükülmeyeceği anlamına gelir.
Köşk'te "peşrev faslı" geçen hafta bitti.
"İlk şaplak", yeni başpehlivanın, eskisi kadar kolay lokma olmadığını gösterdi. Sezer, el ensede sağlam durduğu gibi bir de "arkaya dolaşıp iki puan aldı."
"Devlet krizi" denilen şey, bundan ibarettir.
Ben buna "sinir krizi" demeyi tercih ederim.
Taraflar birbirini tarttı; nereye kadar diş geçirebileceğini gördü.
Bu hafta "kapışma", "yatışma"ya başlayacaktır.
Peki kararname ne olacak?

Kendisine bağlanan umutların boşa olmadığını gösteren Sezer, "gündelik istikrar" için "hukukun istikbali"ni yakacak mı?

Mecburen imzalayacak mı?

Yine bir hatırlatmayla yanıtlamaya çalışalım.

Sezer, Cumhurbaşkanı seçildiği gün, askerlik albümünü yayınlamıştık. Orada "Topçu subayı Sezer"den "dikbaşlı arkadaşımız" diye söz ediliyor ve şöyle deniliyordu:
"Sezar'ın hakkını Sezar'a vermek gerek. Bir gün baba hocamızın 'Sen Sezar'ın nesi oluyorsun' sorusuna şu cevabı verdi:
'Babam bir zamanlar Roma'ya uğramıştı.'
Hiç öyle altta kalacak cinsten değildir yani..."
Kimse "altta kaldım" diye yerinmesin, "üste çıktım" diye sevinmesin. Karakucak, daha yeni başlıyor.

29.05.2000
İkinci adamlar
"İkinci adamlar" üzerinden bir tarih kitabı yazılsa ne ilginç olurdu kimbilir...
"Birinciler"in gerçek ruh hallerini oradan okurduk.
Çünkü ikinci adamlar, birincilerin izdüşümüdür.
"Birinci adam"ı anlamak için seçtiği "ikinci"ye bakmak kafidir.

Meral Akşener'de Çiller gizlidir.
Hüsamettin Özkan'da Ecevit.
İnönü'de Atatürk...

Belki geçen hafta Cumhurbaşkanlığı genel sekreterliğine atanan Kemal Nehrozoğlu'nda da Ahmet Necdet Sezer'in ipuçları vardır.

"İkinci adam"ın yeteneği, "birinci adam"ın kendine güveniyle doğru orantılıdır.
O yüzden "yetenekli ikinci"lerin sırrını liderlerinin özgüven duygusunda aramak gerekir. Yeteneksizlerin nedenini ise birinci adamın koltuk hırsında...
Koltuk tutkunları yardımcılarından deha değil, sadakat beklerler. Çünkü "ikinci adam," sadece liderine kalkan olan bir paratoner değildir; aynı zamanda gizli rakibidir liderinin...
Birinci adam halef seçerken, kendi tolerans sınırlarını da ortaya koyar. Birincisinin korkuları, zaafları, ihtirasları, ikincinin kişiliğinde saklıdır.

Shakespeare, "Sezar"a zaferleri şerefine düzenlenen bir şölende şunları söyletir:
"Cassius çok düşünüyor, çok okuyor, sürekli gözlüyor, müzik dinlemiyor, nadiren gülümsüyor. Böyleleri tehlikelidir. İhtirasları yeteneklerinden büyüktür."
Ama Cassius'tan korkan Roma İmparatoru, sonunda hayran olduğu "sadık" Brütüs tarafından hançerlenecektir.

"Birinci Adam"la "ikinci adam" arasındaki ilişkinin labirentleri itaatin, itimadın, iftiranın, inancın, ihanetin taşlarıyla döşenmiştir.

Kimin ne zaman hangi taşa basacağı belli olmaz.
Çankaya'daki briç masasına Şeyh Sait isyanının şifresi ulaştığında Mustafa Kemal, bunu Başvekili Fethi (Okyar) Bey'e göndertmişti. Fethi Bey, oyunun en heyecanlı yerinde gelen şifreye şöyle bir göz atmış, "Sonra bakarız" deyip geri uzatmıştı. Mustafa Kemal bunun üzerine yaveri yanına çağırıp, "Şimdi bunu İsmet Bey'e götür" demişti. İsmet Paşa, şifreyi okur okumaz oyunu bırakmış ve iskemlesini çekip çare düşünmeye başlamıştı.

"İşte farkları" diye mırıldanmıştı uzaktan gözleyen Mustafa Kemal...
Bir hafta sonra "ikinci adam" koltuğuna İsmet Paşa yerleşmişti.
Aynı İsmet Paşa, yıllar sonra başvekillikten azledilip devrik bir adam olarak gittiği Ankara stadyumunda coşkuyla alkışlanınca korkuyla stadı terk edecek ve Meclis'te bu alkışların hesabını vermek zorunda kalacaktı.

"İkinci adam"a ışığa çıkmak değil, gölgede durmak yakıştırılır.
Mesaisinin çoğu, "birinci"nin açığını kapatmak, başarısını abartmak, koltuğunu kabartmakla geçer.

Hüsranlarda cesaretle, sorumluluğu yüklenir, ama zaferlerde tevazuyla kendini gizlemeyi bilir. Elleriyle hazırladığı zafer tacının, "birinci"nin başına takılışını sessizce alkışlar kenardan...
Olayların tam odağında olduğu halde fotoğrafların hep arka planındadır.
Bütün oyunu sırtında taşısa da, son sahnede olgunlukla kenara çekilmek ve alkışları başroldekine yöneltmek zorundadır.

Ancak gün gelir, hep gölgede yaşamanın ışıksızlığından körelir sadakati...
Her şeyi bilip söylememek, zaferler kazandırıp övünememek, "birinci" olabilecekken "ikinci"likle yetinmek, ezer kişiliğini...

Bilinçaltı taşar, birikmiş komplekslerini dışa vurur. Haksızlığa uğramışlık duygusuyla "Başrol benim hakkım" diye patlar.

Tarih, nadiren onlara "birinci adam" olma şansı tanımıştır. Çünkü birinci adam devrilince, ikincilerin üzerine düşer genellikle...

Geçmişimiz, birincileri varetmiş "ikinci adamlar"la, ikincilerin omuzunda yükselmiş "birinci adamlar"ın hazin hikayeleriyle doludur.

Onların ilişkileri üzerinden bir tarih kitabı yazılsa, o kanlı labirentlerde ne çok kırık kalp, gizli hınç, ezik kişilik, bastırılmış ihtiras ve saplanmış, saplanamamış hançer bulunacaktır kimbilir...

20.05.2000
Mercedes zirveden kovuldu
Arabalar üzerinde bir tarih denemesi

Türkiye'nin otomobil macerası, siyasi hayatının da aynasıdır. Ülkenin direksiyonunu tutanların kişiliği, arabalarının direksiyonuna kazılı markadan yansır adeta...
"Çankaya'nın otoparkı", iktidarın fikriyatını ele verir. İşte bu anlamda da bir devrim yaşandı geçen hafta: 20. yüzyıl başında başlayan "Araba sevdası", yüzyıl sonunda bitti. Başbakanlıktan sonra Cumhurbaşkanlığı da yerli otomobilcilere gitti.

İLK ARABA MERCEDES
Otomobile binen ilk Osmanlı padişahı, Sultan V. Mehmet Reşat'tı...
Padişaha bu araba 1. Dünya Savaşı sırasında alınmıştı.
Markası Mercedes'ti...
Türkiye'de araba sevdası, Mercedes markasıyla yaşıttı yani...
Mustafa Kemal Paşada, Ankara'ya artık kullanılamayacak kadar eskimiş bir Mercedes Benz otomobille gelmişti. Ankara Başkent olduktan sonra caddelerde tek tük otomobiller görülür oldu. Türkiye'nin ABD ile yakınlaştığı 1950'lerde Demokratlar yepyeni, üstü açık Amerikan arabalarıyla çıkageldiler. Devrilen İsmet Paşa, Çankaya'yı terk ederken eşi Mevhibe Hanım'a "Artık arabamız olmayacak" diyordu; "Şehre otobüsle gidip gelmeye hazır mısınız?"
1960'ta Demokratları deviren 27 Mayısçılar, onların Amerikan arabalarına inat, yerli bir arabanın peşine düştüler, ilk yerli otomobil, Cemal Gürsel'in
cumhurbaşkanlığı döneminde Eskişehir'de yapıldı.

DEVRİM DURUYOR
İsmi, Devrim takıldı.
Ancak daha ilk denemede, hem de içinde Cemal Ağa varken duruverdi Devrim... Deposuna benzin koymayı unutmuşlardı. 27 Mayıs'ın kaderi de bir süre sonra "Devrim"in kaderine benzedi. 1965'te ülkenin direksuyonuna yeniden Amerikan arabasına binenler geçti. Bu arada Cevdet Sunay döneminde Cumhurbaşkanlığına bir Mercedes limuzin alındı.
Zamanında pek görkemliydi, ama sonra...
Hurdalıkta işportaya düştü. Mercedes'in yeniden iktidar olması için ülkenin Turgut Özal'a kadar beklemesi gerekti.

MERSEDES İKTİDARDA
1980'lerde, Türkiye tarihinde ilk kez bir Başbakan bir Mercedes'in direksiyonuna oturdu ve karısına "Tak bir kaset de dinleyelim" dedi. Mercedes, iktidar olmuştu adeta... Her ne kadar cumhurbaşkanının kızına hediye edilen bir arabadan ötürü Jaguar, Mercedes'e rakip çıktı ve bir partiye amblem olduysa da döneme damgasını vuran araba Mercedes oldu. Mercedes; Tanju Çolak, Kompela, Kaya Çilingiroğlu, Sisi gibi dönemin spor-magazin dünyasının yıldızlarının araba davalarının konusu, "Emmoğlu" türünden arabesk kliplerin başrol oyuncusu ve kurşunlara karşı İbrahim Tatlıses gibi starların koruyucusuydu artık. Lakin Mercedes'in altın dönemi 1990'larda bir kamyonun altında sona erdi. Mercedes'le birlikte adeta topyekün bir siyasi anlayış da Susurluk'ta can verdi. Artık reklamların alay konusuydu Mercedes...
Audi gibi Alman rakipleri onu "görmemişlerin tercih ettiği marka" olarak karaladılar.

GÖZDEN DÜŞÜYOR
İşte yeni dönemin araba anlayışı, o dönemde ortaya çıktı. Mercedes'ler parka çekildi ve "yerli mallar haftası"yla büyümüş kuşaklar yerli üretim arabaların koltuğuna yerleşti. Erdal İnönü'nün Başbakan yardımcılığı döneminde Mercedes türü gösterişi makam arabalarını reddederek başlattığı bir gelenek, çok kısa sürede ortanın solundaki herkese sirayet etti.
Bülent Ecevit, seçim kampanyası boyunca bir minibüse, sonra da Başbakanlık'ta mütevazı bir Kartal'a veya yerli üretim Renault'a binerek "Güzel arabası olup maalesef ruhu olmayan"onun için de hiç şansı bulunmayanları çileden çıkarttı.

VE BAYRAK KÖŞK’E
Seçmen Ecevit'te simgeleşen bu eğilimi o kadar tuttu ki, Başbakanlıktan bir süre sonra Köşk'teki limuzinciler de tasfiye oldular.

Ve nihayet Anayasa Mahkemesi Başkanlığı döneminde "Mercedes'e hayır" kampanyası açıp Toyota'ya binen Ahmet Necdet Sezer de görevi devraldığı gün Köşk'e limuzinsiz çıkarak Ecevit'in açtığı "yerli üretim otomobil" çağının bayrağını Çankaya'ya dikti.
Böylece 20. yüzyıl başında bir Sultan'ın Mercedes'e binmesiyle başlayan 100 yıllık araba sevdası, yüzyıl sonunda bir Cumhurbaşkanının Mercedes'ten inmesiyle sona erdi.

06.05.2000
Altta kalacak cinsten değildir
Cumhurbaşkanı Sezer nasıl bir kişiliğe sahip? Bunun cevabını aramak için 35 yıl öncesine uzanıyoruz...
Askerlik albümünde Sezerle birlikte bir ad daha göze çarpıyor: Köşk yolundaki rakibi Sadi Somuncuoğlu...
Herkesin "Nasıl bir adam acaba" diye meraklandığı Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer için bir ipucu cümlesi 35 yıl önceki bir albümde yeralıyor.

Bu, Sezer'in askerlik albümü...
Sezer, askerliğini Polatlı Topçu Okulu'nda "65-24.Dönem"de yedek subay olarak yapmış. Albümde yedek subayların topçu okulunda nasıl soba başında sohbet edip dertleştikleri, atış alanında zeytin ekmek, helva yedikleri, çeşme başında yan yana traş olup koğuşlardaki dizi dizi ranzalarda yattıkları da fotoğraflarla belgelenmiş.
Tabur arkadaşları o dönem "nişanlı bir genç ve bir hakim adayı olan 2280 Ahmet Necdet Sezer" için albüme şu satırları yazmışlar:

"DİKBAŞLIDIR..."
"Sınıfımızın ismiyle ters orantılı kıdemlisine vekalet eden bu arkadaşımızın ne geldiyse başına, hep o gözlere bakmaktan geldi. İyi niyet kıran o gözlere bakmaktan sonradır ki dikbaşlı arkadışımıza çok şeyler oldu birbiri peşi sıra... Üzüntüler içinde kaldı, hani bekar olsa ne ise, ama serde nişanlılık, hem de yeni nişanlılık vardı. Belki bu sebepten Gündüz ve Ziya ile sık sık 'el çek tabip el çek yarem üstünden' şarkısını söyleyip durdu. Bu esnada Sezar'ın hakkını Sezar'a vermek gerek. Bir gün baba hocamızın `Sen Sezar'ın nesi oluyorsun' sorusuna şu cevabı verdi: 'Babam bir zamanlar Roma'ya uğramıştı.'
Hiç öyle altta kalacak cinsten değildir yani..."
Talihin garip cilvesi, yıllar sonra cumhurbaşkanlığı için yarışacak iki ismi 1965 yılında Polatlı'da bir araya getirmişti.

Ahmet Necdet Sezer ve Sadi Somuncuoğlu...
Öğrenimini Ankara İktisadi Ticari İlimler Akademisi'nde yapan "2461 Sadi Somuncuoğlu" için albümde yazılan not daha da ilginçti:
"Şen şakrak bir arkadaşımızdır. Horlama sistemi o kadar orjinaldir ki, yeri bir türlü nöbetçiler tarafından kestirilemez. Oturaklı konuşmalarıyla ihtilafları çabucak halleder. İmtihanlarda attığını kaçırmaz. Hayatta başarılar dileriz.

KOMUTAN: KEMAL YAVUZ
Albümün ortaya koyduğu daha da ilginç bir ayrıntı ise o dönem Topçu Okulu'nda bölük komutanı olan topçu yüzbaşının adının Kemal Yavuz olması...
Kemal Yavuz, bilindiği gibi yıllar sonra kamuoyunun karşısına Harp Akademileri Komutanı bir orgeneral olarak çıkacak, emekli olduktan sonra da "Türk Silahlı Kuvvetleri'nin sesi" olarak yorumlar yapacaktı.
Sezer'in dönem arkadaşları arasında başka ilginç isimler de var:
"Albüm Komitesi"nde gazeteci ağabeyimiz Hüsamettin Çelebi yer alıyor.
Albümde Çelebi'nin "gideceği bataryada topları gizleme ağları ile değil, günlük gazetelerle kamufle edeceği" belirtiliyor.
İşte bir topçu daha: Vecdi Gönül...

Albüm notunda şunlar yazıyor:
"Birçok ilçede kaymakamlık yaptıktan sonra bu sıfatının burada da sökeceğini sanmış, aldandığını anlayınca çok üzülmüştür. Mamafih her şeye rağmen, kaymakam pozundan hiç ayrılmamaya dikkat etmiştir. Derslerde devamlı uyumasına rağmen, bunu hocalara çaktırmayan tek arkadaşımızdır."
Aynı dönemden "2225 Yener Dinçmen"in fotoğrafının karşısında ise şu not yer alıyor:
"Devamlı heyecanlı, daimi endişeli bir tiptir. Nişanlısından mektup gelince sevinir, izinsiz kaldığında kahrolur. O'nun nazarında askerliğin zorluğu, nişanlısından ayrı bulunmaktadır. Mübalağacı bir zekaya sahiptir. Mesela 2 saat çalışır, 15 dakika çalıştığını söyler. Yürüyüşlerde flamacılık yaptı ama flama ile Yener'i ayırdetmek her sağlam gözün harcı değildir. Sabahleyin yataktan kaldırmak için birlik komutanı posta gönderecek neredeyse. Arkadaşlar arasında esprilerinin hoşluğu, şakaya tahammülü ile tanınmış ve sevilmiştir.

EN ÜSTTE
Sezer'in Topçu Okulu'ndan komutanları ve sınıf arkadaşları siyasetin, bürokrasinin, iş hayatının önemli noktalarına yerleştiler.
Ancak "Hiç öyle altta kalacak biri olmadığını" daha askerdeyken kanıtlayan Sezer, dün "en üste" çıkmayı başardı. Ve kendisini ilk kutlayan ise, 35 yıl önce uğruna "El çek tabip el çek" diye şarkılar söylediği eşi Semra Sezer oldu.

01.05.2000
Herkesin Sezer’i Kendine
Cumhurbaşkanlığı seçimi için ilk turun yapıldığı gün Güneydoğu yolundaydık. Oylama vakti gelince Adana karayolu üzerinde Bolkar dağlarının eteklerindeki bir lokantada durduk. Su içen geyikleri resmeden bir duvar halısının kenarındaki masaya ilişip televizyondan oylamanın sonucunu izlemeye koyulduk.

Bize çay taşıyan delikanlı yanımıza yanaştı ve merakla oy sayımını izlemeye koyuldu. Bir yandan da kendi öyküsünü anlatıyordu. Ali Dayı Lokantası 7 kardeşe babalarından miras kalmıştı. O gün bugündür 7 kardeş, bu mirasın kapısına kilit vurmamak için çalışıp duruyorlardı:
"7 koldan çalışıyoruz, bütün gelirimiz ayda 750 milyon lira..." dedi delikanlı... "Kamyoncu eskiden öğleyin durup burada yerdi. Şimdi parasızlıktan sabah kahvaltısını sıkı yapıp, akşama kadar ağzına lokma koymuyor. Geçinmemize imkan yok."
Bunları anlattığı sırada Meclis'te sonuçlar açıklandı. Ahmet Necdet Sezer açık farkla öndeydi.
"Abey" dedi bizim garson, "Sence bu Sezer Bey, derdimize derman olur mu?"
Aynı soruyu, Urfa Sipahi pazarında, satışların bu yıl geçen yıla göre yarı yarıya düşmesinden yakınan esnaf Sait'ten de işittim.

Harran'da turistlere gönüllü mihmandarlık yaparak vakit öldüren 26 yaşındaki Ali de "6 yıl önce askerden döndüm. Hâlâ işsizim. Yeni Cumhurbaşkanı'ndan iş, aş, eş istiyorum" dedi.
"Hani silahlar susunca bölgeye devletin eli uzanacaktı, hani siyasal, ekonomik reformlar yapılacak, paketler açılacaktı, ne oldu?" diye sordu.

Urfa'nın ardındaki dağların mağaralarında sıra gecelerinde meşk edenlerin sohbet sofrasında da, Balıklıgöl kıyısındaki taziye evinde ölüsüne ağıt yakanların gündeminde de, Mardin'e, Midyat'a yortu ayinine gelenlerin dilinde de aynı talepler, aynı sorular vardı.
"Bıçak kemiğe dayandı. Bu Cumhurbaşkanı derdimize çare bulur mu?"
Onlara dilim döndüğünce bunların Cumhurbaşkanlarının boyunu aşan sorunlar olduğunu anlatmaya çalıştım.

Ancak çoğu için devletin zirvesine yerleşen bu yeni "meçhul adam", çözüm getirmeyen eskilerden sonra yeni bir umut kapısı anlamı taşıyordu.
İşte o zaman herkesin yeni Cumhurbaşkanı'ndan ne kadar farklı beklentiler içinde olduğunu fark ettim:
Hükümet, istikrarı bozmayacak uyumlu bir Köşk sakini peşindeydi.
Meclis, bu seçimi, kısmen kendi varlığını kanıtlayacak, bir fırsat, kısmen liderler sultasına karşı bir direniş noktası, kısmen de parti içi dengelerinin bir hesaplaşma alanı olarak görme temayülündeydi.

Herhalde MGK, alışageldiği başkanı Süleyman Demirel'in daima alttan alan yaklaşımından sonra, "MGK kararlarının anayasal denetime tabi olmasını isteyen" bu yeni adayın Çankaya'da eski görüşlerinde ısrarcı olup olmayacağının merakındaydı.
Lakin ülkenin uzak sokaklarındaki adam için olup bitenin anlamı, ülkenin başına "yeni bir baba" seçilmesinden ibaretti.

Onun derdi, bari bu yeni "baba"nın şefkatli olup olmayacağıydı.
Şanlıurfa'da bir adamla tanıştık.
Soyadı "Negünlerekaldım"dı.
Öyküsünü sorduk, anlattı:
Soyadı Kanunu çıkarken Nüfus'ta babasına "Ne soyadı istersin?" diye sormuşlar.
"Toprak" demiş; "Onu aldılar" demişler. "Bayrak" demiş, "O da gitti" demişler, "Nimet" demiş, meğer o da çoktan gitmiş.
Sinirlenmiş bizimki,
"Yav işe bak, ne günlere kaldık" diye söylenmiş.
"Hah o isim boşta" diye sevinmiş nüfus memuru ve yazmış kütüğe:
"Ahmet Negünlerekaldım".
Ne günlere kaldık sahiden de!..
Meclis'ten umut kesilmiş, memleket, yeni Cumhurbaşkanı'ndan şefaat bekler halde...
10. Cumhurbaşkanı'nı seçmek üzere olan Meclis'e ve ağırlamaya hazırlanan Çankaya'ya kolaylıklar dileğiyle...

05.04.2000
Dışardan bakınca
"Dünyanın en büyük demokrasisi" sayılan Hindistan'da Ecevit'in ziyareti sırasında Hintli bir meslektaşımızla sohbet ediyorduk.
Türk heyetinin aklının fikrinin Türkiye'de olduğunu fark edince, "Hayrola, neler oluyor sizin ülkede" diye sordu:
"- Cumhurbaşkanlığı seçiminde kriz çıktı" dedim.
"- Neden" dedi.
"- Cumhurbaşkanının görev süresini kısaltmaya çalışıyorduk, ama Meclis Demirel'in süresini uzatmayı reddetti" diye özetlemeye çalıştım.
Kafası karıştı:
"- Hem süreyi kısaltmaya çalışıyorsunuz, hem de uzatmak mı istiyorsunuz" diye sordu:
"- Aynen öyle" dedim, "Bir Cumhurbaşkanı en fazla 5 yıl görev yapmalı" diye düşünüyoruz, ama Demirel'in fiili görev süresini 12 yıla çıkarmaya hazırlanıyoruz".
Hiçbir şey anlamadı.
"- Peki Meclis niye reddetti" diye sordu.
"- 400 milletvekili Demirel'in görev süresinin uzatılması için teklif verdi" dedim.
"- Eeee...?"
"- Sonra aralarından 100'ü kendi verdikleri teklife karşı çıktılar".
Anlamadı.
"- Boşver" dedim, "...bizim için bile anlamak zor..."
Kendisi ilk kez 1960 yılında Nehru'yla birlikte Türkiye'ye gelmiş, daha sonra da 1960'larda birkaç kez Türkiye'yi ziyaret etmiş.
Hindistan'da Gandhi sülalesi üç kuşaktır siyaset yaptığından Türkiye'yi de öyle bir yer sandı:
"- O zamanlar da bir Demirel vardı. Bu Demirel onun nesi oluyor?" diye sordu.
"- Ta kendisi" dedim.
Şaşırdı tabii...
"- Onu Evren devirmemiş miydi" diye sordu hayretle...
"- Devirmişti, ama Baba devrildiği yerden kalktığı gibi bir de Cumhurbaşkanı oldu" dedim.
"- Peki Evren ne oldu şimdi" dedi.
"- Demirel'in Cumhurbaşkanlığını destekliyor" dedim.
"- Kime karşı, Ecevit'e karşı mı" diye sordu.
"- Hayır. Ecevit'de destekliyor" dedim.
"- Peki niye darbe yapmış o zaman" diye sordu.
"- Boşver" dedim, "...bizim için bile anlamak zor..."

Tabii asıl ilgilendiği Ecevit'ti...
1970'lerde Ecevit-Demirel arasında kıyasıya rekabet olduğu yılları hatırlıyordu.
"- Herhalde Meclis'te Ecevit karşı çıkmıştır Demirel'in yeniden aday olmasına" dedi.
"- Hayır, o önerdi" dedim.
"- Artık rakip değiller mi" diye sordu.
"- Hayır, ortak oldular" dedim.
"- Kime karşı" diye sordu.
"- Eski ortakları Erbakan'a karşı" dedim.
"- Peki Demirel seçilemezse ne olacak" diye sordu.
"- Hem Köşk'te, hem hükümette, hem mecliste kriz çıkacak" dedim.
"- Nasıl çözeceksiniz peki" diye sordu.
"- Gizli oy veren milletvekillerini oy verirken gözleyeceğiz" dedim.
"- Yine çözülmezse ne olacak?" diye sordu.
"- Valla Tagore bilir" dedim.
"- Kolay gelsin. Sizin ülkede gazetecilik zor olmalı" dedi ve gitti.
Güldüm arkasından...
Siyaset bilmeden, nasıl "dünyanın en büyük demokrasisi" olmuş bunlar..?

11.03.2000
Fıkralarla Demirel tarihi
Cumhurbaşkanı, 20 yıldır, dilinin altındakini mizahın diliyle anlatıyor:

Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaşırken Süleyman Demirel suskun. Türkiye kendisini konuşurken, o, pozisyonu gereği yorum yapamıyor.
Aslında bu suskun kalma mecburiyeti, Demirel'in siyasal hayatında sık sık karşılaştığı bir durum.
Müdahale durumu doğduğunda, üzerine siyasi yasak konduğunda, Köşk'e aday olduğunda, partideki koltuğu dolduğunda cümleler hep boğazında düğümlendi, ama o hep içine atmak zorunda kaldı.
İşte bu tür durumlarda o, derdini anlatmak için çok bildik bir yol kullandı:
Fıkra anlattı.
Böylece yasakları çiğnemeden muhataplarına mesajını dolaylı yoldan yollamayı başardı.
Fıkra, Baba' nın dilinde bazen bir direniş çağrısına, bazen de bir alay etme, dert anlatma ya da sorun çözme yöntemine dönüştü.
Öyle ki, belli dönemlerde anlattığı fıkralar alt alta yazılınca ülkenin krizlerle dolu geçmişinin mizahi bir tarihçesi de yazılmış oldu.
işte fıkralarla son 20 yılın Demirel tarihi:

12EYLÜLDEN SONRA:
"Uçak yolculuğu sırasında çocuklar rahat durmuyorlarmış. Kabinde oradan oraya koşarak, uçağın dengesini bozuyorlarmış. Bu durumdan rahatsız olan Kaptan Pİlot, hostesi çağırmış ve 'Çocukları kontrol altına alın' demiş. Bir süre sonra uçağa sessizlik çökünce kaptan meraklanıp, hostesi çağırmış. 'Ne oldu?' diye sorunca, hostes şu cevabı vermiş: 'Uçağın kapısını açtım, "Çocuklar biraz da bahçede oynayın. Ben sonra sizi çağırırım" dedim.

DARBEYE KARŞI "NiYE TEDBİR ALMADIĞI” SORULDUĞUNDA;
"Hocanın evini hırsızlar soyunca komşular söylenmeye başlamış. 'Hocam, insan kapısını kilitlemez mi? Para ortaya konur mu? Bu kadar ağır uyku olur mu?' diyorlarmış. Hoca da cevap vermiş: "Tamam ben hatalıyım. Ama eve giren hırsızın hiç mi kabahati yok?"

TAPULU ARAZİDE GECEKONDU YAPILDIĞINDA,
"Köylünün biri savaşa gitmiş, bir süre sonra da künyesi gelmiş. Köyün önde gelenleri toplanmışlar ve dul kalan karısına ne olacağını düşünmüşler. Üzüntüyle de olsa, kadıncağızı evlendirmeye karar vermişler. Kadın evlendikten bir süre sonra, öldü sanılan köylü çıkagelmiş. Biz seni öldü sandık diyenlere de 'Yoo ben ölmedim. İşte buradayım' deyince ortalık karışmış. Sıkıntıyla gerçeği açıklamışlar ama genç köylü 'Ben karımı isterim' diye tutturmuş. 'Evlendirdik, anlamıyor musun' deseler de köylü inat etmiş. 'Ben onu bunu bilmem, karımı isterim..." demiş.
Gün ola harman ola. Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner.
öldü sandıklarınız yarın çıkıp geliverirler, mahcup olursunuz.

ANAYASA 92 OY ALDIĞINDA,
"İki berduş kasaba meydanında avare avare dolaşırken bir kalabalığa rastlamış. Bakınırlerken, bir güvercin uçup berduşlardan birinin omzuna konmuş. Herkes toplanmış, berduşa 'Sen padişahımız olacaksın' demişler. Berduş 'Olmaz' diye ısrar etse de, inatçı kasabalılara yenik düşmüş. Padişahlığı kabul edip arkadaşını da sadrazam yapmış. Aynı gün de başlamış zulme, boyun vurmaya, vergi salmaya. Arkadaşı, 'Yapma, halk kızacak' deyince çiçeği burnunda padişah cevap vermiş:
'Güvercin uçurup padişah seçen halka böylesi az bile.'

YERİNE DYP LİDERLİĞİNE ÇİLLER SEÇİLDİĞİNDE,
"Leylek yılanı nasıl avlar bilir misiniz? Leylek havada uçarken bir yılan gördün mü hemen üzerine atılmaz. Bulunduğu yerden daha yükseğe çıkar. Çıkabileceği en yüksek noktaya geldikten sonra birden yılanın üzerine pike yapar. Yılanı belinden kaptığı gibi tekrar eski yüksekliğe çıkıp yılanı aşağı atar. Bu kadar yüksekten düşen yılanın beli kırılır, hayvan ölür. Leylek ölen yılanı alır, yesinler diye yavrularına götürür. Ama bu her zaman böyle olmaz, leylek bazen üşengeçlik eder, yılanı yeterli yüksekliğe çıkmadan yere bırakır. Bu durumda yılan sadece bayılır. Yılanı öldü zanneden leylek, hayvanı alıp yuvasına götürür, 'alın yiyin' diye yavrularına bırakır. Ana leylek yuvadan ayrılınca da, yılan yavru leylekleri yer."

KÖŞK’TE ASKERLERLE KİRİZ ÇIKTIĞINDA:
"Bir profesör aslanla kuzunun aynı kafeste yasayabileceğini iddia etmiş. İtiraz edenler olsa da 'Ben bunu yaparım' demiş. Hayvanat bahçesinde denemeye başlamış. İtiraz edenler bir hafta sonra gelmiş ve kuzuyla aslanı aynı kafeste görmüşler. 'Bunu nasıl yaptın?' diye şaşkınlıkla profesöre sormuşlar. O da cevap vermiş. 'Her gün kafese yeni bir kuzu koyuyoruz.'"

VE SON FIKRA: CUMHURBAŞKANLIĞINA YENİDEN ADAY OLDUĞUNDA...
Adamın biri derdi için büyücüye gitmiş. Büyücü muskasını yazmış adama vermiş ve bir de öğütte bulunmuş: 'Şimdi bu muskayı al, boynuna as ve bir de sakın dişi tavşanı aklına getirme. Derdin iyileşecek' demiş.
Adam başını sallamış, 'Bu büyü tutmaz' demiş.
'Neden?' diye sormuş büyücü...
'Sen şimdi böyle söyledin ya, artık dişi tavşan hiç aklımdan çıkmaz.'

18.09.1999
Askerden Selçuk’a mesaj mı?
Son 10 gündür, Ankara'daki önemli büyükelçilikler, Yargıtay Başkanı Sami Selçuk'un konuşmasının tam metnine ulaşmak istiyor, İngilizce tercümesini soruyor, bilgi almaya çalışıyorlar. Geçenlerde Dışişleri'nden bir diplomat, tam AB ve ABD ile zorlu görüşmeler arifesinde yaptığı çıkışla "Türkiye'nin elini güçlendirdiği için" Selçuk'a teşekkür etti. Anlaşılan o ki Selçuk'un tarihi konuşması tamamen kişisel bir çıkış değil. Devletin içinde de "artık değişimin vaktinin geldiğine" inanan çevreler var.

Ama acaba bu eğilim ne kadar güçlü? Mesela orduda Selçuk'un konuşması nasıl karşılandı? Bu soruyu askerin de, siyasetin de nabzını iyi tutan bir dostuma sordum dün:
"Askerler Selçuk'un Yargıtay'a başkan oluşuna memnun olmuş, hatta desteklemişlerdir" dedi. Ama son konuşmasındaki bazı mesajlardan rahatsızlık duymuş olabileceklerini ekledi. "Aslında bu rahatsızlığı da yansıttılar" dedi.

"Nasıl" dedim hayretle... "Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun geçen hafta gazete ve televizyonların Ankara temsilcilerini davet edip yaptığı konuşmada Yargıtay başkanına cevaplar vardı" dedi dostum...
"Nasıl olur" dedim, "Genelkurmay Başkanı, Yargıtay Başkanı'ndan önce konuşmuştu. Selçuk'un konuşması 6 Eylül, Kıvrıkoğlu'nunki 3 Eylül..."
"Evet ama, Selçuk'un konuşması daha önceden yazılıp basılmıştı" dedi dostum... O'nun teorisine bakılırsa Yargıtay Başkanı, bir akademik tez gibi hazırladığı konuşmasını bir hafta önce tamamlayıp baskıya göndermiş. Bu broşür daha mürekkebi kurumadan Genelkurmay karargahına ulaşmış ve Genelkurmay Başkanı'nın gazetecileri ani daveti, o aşamada gündeme gelmiş. Yani asker, tepkide "ön almış". "Amma senaryo" diyecek oldum, "Ben araştırıp doğrulattım" dedi dostum. Merak bu ya, ben de Selçuk'un konuşmasını basan Afşaroğlu Matbaası ile görüştüm. "Metin bize 3 Eylül'den önce geldi, 3'ünde basılmıştı" dediler. En iyisi iki metni önüme alıp karşılaştırarak okumaktı. Ben de öyle yaptım. Metin önceden sızdırılmış mıydı, Org. Kıvrıkoğlu gazetecilerle konuşurken metni biliyor muydu bilemem, ama son 2 haftada başkenti sallayan bu iki demeci yan yana koyunca, devletin zirvesindeki yaklaşım farklılığı apaçık ortaya çıkıyor.

"Düşünce özgürlüğü" ile başlayalım. Yargıtay Başkanı diyor ki: "Düşünce yasakları toplum zararınadır. Toplumu sarsan, yüreğinden yaralayan görüşler bile ifade hürriyetinin sınırları içinde kalır, suç sayılmazlar. Küçük Hitler'lere mikrofon vermeyerek onları silemeyiz".
Genelkurmay Başkanı ise kamuoyu önüne, deprem sonrası "irticai basın"ın yaptığı yayınlardan örnekler vererek çıkıyor. "Depremi bahane ederek orduya kin kusan özel radyolar"dan yakınıyor ve yaklaşan fırtınanın işaretini veriyor: "İrticai yayınlar 1997'ye kıyasla artış gösterdi. RTÜK bunlar hakkında işlem yapmadı. Bu konudaki tasarının meclisten geçmesini bekliyoruz."
Gelelim "devlet sorunu"na... Söz Sami Selçuk'un: "Demokrasi (..) bir kez benimsenmeye görsün (..) militan devlet gidecek, görüşler, inançlar karşısında yansız devlet gelecektir",
Ve işte Genelkurmay'ın "yanıtı": "Bir şey yaparken başka bir şeyi yıkmamamız lazım. Biz bir şey yaparken öbürünü yere vuruyoruz. Millet devletsiz olamayacağı gibi, devlet de milletsiz olamaz".

"Kürt sorunu..."na gelince... Yargıtay Başkanı diyor ki: "Çoğulculuğun doğal izdüşümlerinden biri de kültürel kimliktir. Çağcıl demokrasi (..) kültürel kimliği korumak zorundadır. (Bu), iç barışın vazgeçilmez gerekçesidir.

Genelkurmay da diyor ki: "İstedikleri bazı kültürel haklardır. Bunların bazıları zaten verilmiştir. Kürtçe gazete ve kasetler serbest. Yasak olmasına rağmen Doğu ve Güneydoğu'da Kürtçe televizyon ve radyo yayınları yapılıyor".

"Eğitim...?" Yargıtay diyor ki: "Laik devlette devlet (..) din okulları açamaz, ancak toplulukların din okulları açmasını da önleyemez".

Genelkurmay "yanıtlıyor": "28 Şubat'ta MGK'dan 18 maddelik bir karar çıktı. Burada tavsiye edilen 18 karardan temel eğitim de dahil olmak üzere yalnızca 4'ünün kanunu çıktı. Ancak diğerlerinin çıkmasını teşvik edici bir durum görmüyoruz. 28 Şubat bir süreçtir; gerekirse 10 sene, 100 sene, 1000 sene devam edecektir".

Gerçekten Ankara'da, birbirlerine birkaç yüz metre uzaklıktaki iki başkanlık arasında iki gün arayla böyle bir mesaj düellosu yaşandı mı bilmiyorum. Yaşanmadıysa bile görüşler ortada... Önce depremin, sonra da bu konuşmaların Ankara'yı hayli derinden salladığı ve zirvedeki güçler dengesinden, cumhurbaşkanlığı seçimine kadar pek çok senaryoyu alt üst ettiği söyleniyor. Nereden mi biliyorum? "CNN'de söylemişler, altyazı olarak geçmiş".

17.04.1999
Yağmura rağmen
Yaklaşık 9 ay sonra yeni bir bin yıl başlayacak. Ve yılbaşında doğacak bebek, yarınki seçimlerle rahme düşecek. Türkiye'yi bu yeni bin yıla taşıyacak. Başbakanı, 2000'de seçilecek cumhurbaşkanını ve çocuklarımızı yönetmeye aday liderleri de seçeceğiz yarın... Belki de o yüzden, onca fırtınaya rağmen, yeni yüzyılın "zifaf gecesi"ne heyecan içinde hazırlanıyoruz. Bazı liderleri eleyebiliriz bu seçimde...

Merkez sağda "Geride kalan çekilsin" taahhüdüne sadık kalınırsa Çiller-Yılmaz ikilisinden biri eksilecek. Merkez solda yıllardır hiç bitmeyecekmiş gibi süren savaşta da bu seçim belki de "son düello" olacak. Yeni lider adayları da çıkabilir sandıktan... Mesela, Ankara'da daha önce kimseye kısmet olmayan "iki kez üst üste başkan seçilme" payesini Melih Gökçek alırsa, Onu bundan böyle kimselerin tutamayacağı kesin.

Aynı şey, (kamuoyu yoklamasıyla değil, ama Ankaralılar'ın sezgisiyle) son turda "anti-Gökçek" oyların tek adresi haline gelen Murat Karayalçın için de geçerli... Karayalçın burun buruna sürdürdüğü bu yarışı, partisinden birkaç kat fazla oy alarak kazanırsa CHP'de yeniden lider adayıdır. Tıpkı İstanbul'u fethederse Zekeriya Temizel'in, DSP'de en güçlü veliaht konumuna geleceği gibi... Bunlar yeni yüzyılın liderler listesine adını yazdıran aday adayları... Ama seçimin daha önemli bir sonucu, Çankaya Köşkü'nün kapısını aralayacak olması... Malum 2000'de Cumhurbaşkanlığı seçimi var ve Köşk'ün sahibi de -en azından teorik olarak- 18 Nisan'dan çıkacak Meclis'te belirlenecek. Ecevit, başbakan olursa Demirel'in Cumhurbaşkanlığını uzatacağının sinyalini verdi. Demek ki, sandıkta "DSP" diyeceklerin oy verecekleri formül bir anlamda "Demirel Cumhurbaşkanı, Ecevit Başbakan" formülüdür.

Tabii "Ecevit Başbakan" demek, hükümet sadece DSP'den oluşacak demek değil. Ecevit'in tabiriyle "ortağını biz seçeceğiz" ve görünen o ki, bir değil iki ortak gerekecek. Kimler olabilir bu ortaklar? Biri ANAP olabilir. Bu kolay görünüyor. Ya diğeri? Ecevit, "1974 koalisyonu hayatımın en büyük hatasıydı" dediğine göre Fazilet olamaz. DYP de zor. CHP'ye gelince... Baykal barajı aşabilse bile, bence Ecevit, "imaj yenilemiş" bir MHP'yi, "hasmı" CHP'ye tercih edecektir. (Burada bir parantez açıp geçen yazımda bir düzeltme yapmak istiyordum: MHP Aydın adayı Ali Uzunırmak'ın, Kemal Türkler'in katil zanlısı olarak yakalanan Ünal Osmanağaoğlu ile ortak olduklarını yazmıştım. Uzunırmak bunu yalanladı.) Bu durumda önümüzdeki iktidar alternatiflerinden birisi "Milliyetçi Fazıl-Yol" ise diğeri "Milliyetçi Ana-sol'dur. Bunları, oy verirken, herkes muhtemel sonuçları iyi hesaplasın diye yazıyorum. Ama bir de bütün bu ince iktidar hesaplarına boşverip, "Artık 'en az nefret ettiğimiz partiye' kerhen oy vermeyi bırakalım, baraj takıntısını aşalım, kaç kişiymişiz anlayalım" diyenler var. Adresleri: Özgürlük ve Dayanışma Partisi... Onların duygularını en iyi Uğur Yücel ifade ediyor: "İçinde ilerisi için pırıltılar taşıyan namuslu arkadaşlarımı kaybettim 80'lerin başında... Kalakaldım, savruldum" diyor Yücel, "Şimdi yalnız değiliz. Kalabalıklaşıyoruz. Kuzguncuklu Topal Halit rahat uyusun. ÖDP var."

Partinin adayı Can Yücel "Halkçı değiliz biz" diyor şiirinde; "Halkız!"
Moğollar, "Bir şey yapmalı" diye haykırıyor mitinglerinde... Türkan Şoray, son bir yıldır buğulu gözlerini partinin üzerinden eksik etmiyor. Gönlünü, oyunu ÖDP'ye saklıyor. Tabii ÖDP bir "sanatçılar partisi" değil. Adayları ve sempatizanları içindeki renkli simaların öne çıkmasına bakıp bu yanılgıya düşmemek lazım. Ancak unutmamalı ki, sanatçılar toplumun sinir uçlarıdır. Ufuktaki gelişmeyi ilk sezen onlar olur. Sezen Aksu telefonda heyecan içindeydi dün, oyunu ÖDP'ye vereceğini söylerken: "25 yıldır ilk kez oyumu açıklıyorum. Çünkü şen, şakrak, asi, taze bir ses, kalbimdeki sese uydu. Bu sesi çoğaltmak lazım" dedi. Sözlerini Mevlana'nın dizeleriyle tamamladı: "Düne ait ne varsa / Dünle beraber gitti cancağızım / Şimdi yeni şeyler söylemek lazım".

Yarın yağmur yağacakmış. "Bir şey yapmalı...!"

Sevgili Can Dündar'dan..

Bu Can Abi'nin Web Sitesi
Bu da Yazının Orjinali :)

2.5 Milyon Kisi Gizli Seker

2.5 milyon kişi gizli şeker

Tıp dilinde tokluk kan şekeri denen gizli şeker, sanıldığından daha yaygın. Türkiye'deki gizli şeker hastalarının sayısı, şeker hastası sayısıyla neredeyse eşit. Üstelik en az diğeri kadar riskli. Hareketsizlik ve stres hastalığı tetikliyor.

BİA Haber Merkezi
09/12/2002 Aslı ÖNGÜN


BİA (İstanbul) - Açlık kan şekeri hem diyabetli hastalar tarafından hem de halk arasında çok iyi bilinirken, tokluk kan şekerinin önemi ve taşıdığı riskler pek fazla bilinmiyor. Bu nedenle öğünlerden sonra ortaya çıkan "tokluk kan şekeri" yükselmeleri gizli bir tehdit oluşturuyor.

Gizli şeker diye bilinen tokluk kan şekeri, yemeklerden yaklaşık iki saat sonra ortaya çıkıyor. Diyabet hastalarının kanında çok miktarda bulunan glikoz yani şeker, damar sertliğine neden oluyor ve, kalbe gelen kan miktarı azalıyor. Bu da kalp hastalıklarına ve kalp krizine yol açıyor. Öğünlerden iki saat sonra ortaya çıkan tokluk kan şekeri yüksekliği de bu riski arttırıyor.

100 hastadan 31'i

Şeker hastalığı olmayan kişilerde yemekten sonra pankreasta üretilen insülin hormonu hızlı bir şekilde salgılanıyor. Ancak gizli şeker hastalarında, bu hızlı erken dönem insülin salgılanması bir süre sonra kayboluyor. Açlık kan şekeri normal olan kişilerde öğünlerden 2 saat sonra ölçülen kan şekeri yüksek olabiliyor ve gizli şeker bulunabiliyor. Bu yüzden de sadece açlık kan şekeri kontrolü ve tanısı hastalığın saptanmasında yetersiz oluyor. Yapılan araştırmalar, 100 hastadan yaklaşık 31'inde açlık kan şekeri normal olmasına rağmen tokluk kan şekeri bulunduğunu gösteriyor.

Kalbe dikkat!

Gizli şeker, göz bozukluğu, böbrek hastalıkları, hipertansiyon, kan yağı bozukluğu ve damarlarda hasara yol açabiliyor. Öğünlerden sonra ortaya çıkan ani kan şekeri yükselmeleri ile kalp-damar hastalıkları arasında da önemli bir ilişki var. Ancak, tokluk kan şekeri yüksekliği erken teşhis edildiğinde ve kontrol altına alındığında, özellikle kalp-damar hastalıkları ile körlük, duyu kaybı, böbrek yetersizliği gibi hastalıkların gelişimi önlenebiliyor.

Teşhis

Belirtileri hemen hemen şeker hastalığıyla aynı. Kapanmayan yaralar, sık idrara çıkma, açlık ihtiyacının artması, ağız kuruluğu ve su içme, ciltte kuruma belli başlı belirtilerden. Gizli kan şekeri için ayrı bir kan tahlili gerekiyor, Açlık kan şekeri tahlilinden iki saat sonra yapılan tokluk kan şekeri değerinin, açlık kan şekeri değerinden düşük olması gerekiyor. Aksi halde, tokluk kan şekeri teşhisi konuluyor.

Risk grubu

Stres ve hareketsizlik, yani bu çağın sorunları gizli şekeri tetikleyen unsurlar. Ayrıca kalıtım faktörü, 4 kilodan ağır bebek doğurmuş olmak, şişmanlık, yüksek tansiyon da riski arttırıyor.

Teşhis konulduğunda, hareket, spor, yürüyüş ve stresten uzak durmak şart. Sağlıklı bir yaşam biçimi ve sağlıklı beslenme de. Şeker hastaları gibi sık yemek, belli yiyecekleri yememek gerekiyor. Sigara ise kesinlikle yasak. Şeker, kolesterol ve tansiyon üçlüsünü belli periyotlarla ölçtürmek ve dengede tutmak gerekiyor.

Hamilelikte

Bazı hormonlar gebelikte bebeğin gelişimi için normalden daha fazla salgılanır. Bu hormonların salgılanması kan şekerinin yükselmesine neden olur. Hamilelikte ortaya çıkan diyabet, yani tıp dilinde Gestasyonel Diyabet denilen hastalık, ilk defa gebelik sırasında saptanmış kan şekeri yüksekliğidir. Bu hastalarda, gebelik öncesinde diyabet yoktur. Hamilelerin yüzde 2 ile yüzde 4'ü arasında görüldüğü için, hamileliğin 24. ve 28. haftaları arasında tarama testi uygulanması gerekir. Bu hastalar için, düzenli doktor kontrolü ve düzenli beslenme şart. Doğumdan sonra ise genellikle durum normale döner ve tedaviye gerek kalmaz.

Bianet

Diyabet - Seker Hastaligi - Kan Sekeri

Diyabet

Diyabet veya şeker hastalığı, vücudun kandaki şeker oranını düzgün bir şekilde kontrol edememesiyle karakterize olmuş bir hastalıktır. Vücudun kandaki şeker oranını kontrol edememesi, kandaki şeker düzeyininin çok yükselmesine neden olabilir. Kronik bir hastalık olan diyabet vücudun yeteri kadar insülin üretememesi veya üretmesine rağmen kullanamaması sonucu gerçekleşebilir. Buna göre diyabet ikiye ayrılır; tip I ve tip II.


Tip I diyabet

Tip-1 diyabetin belirtileri


Diyabetin bu tipi daha çok genç yaşlarda ve aniden ortaya çıkar.
Çok fazla acıkma.
Fazla miktarda idrar yapma.
Ani kilo kaybı.


Tip II diyabet

Tip-2 diyabetin belirtileri


Bu diyabetin belirtileri uzun dönemlerde ortaya çıkar.
Enfeksiyona yakalanma.
Ciltteki kesik ya da yaraların zor iyileşmesi.
Sık idrara çıkma.
Açlık ve susuzluk hissinin artması.
Bulanık görme.
Yorgunluk hissi.

Türkçe Vikipedi

Diyabet Nedir? Diyabet – Şeker – Kan Şekeri – Şeker Hastalığı, Kan Şekeri Düşmesi – Düşük Kan Şekeri - Diyabet Nedir? Diyabet – Şeker – Kan Şekeri – Şeker Hastalığı, Kan Şekeri Düşmesi – Düşük Kan Şekeri - Diyabet Nedir? Diyabet – Şeker – Kan Şekeri – Şeker Hastalığı, Kan Şekeri Düşmesi

Kirim-Kongo Kanamali Atesi - Vikipediden

Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA veya Kırım-Kongo Hemorajik Ateş, KKHA) keneler (özellikle Hyalomma cinsi) yoluyla bulaşan, zoonotik enfeksiyona yol açan bir viral hastalıktır. Evcil ve vahşi hayvanların yanı sıra insanlara da bulaşabilir. Özellikle Doğu ve Batı Afrika'da yaygın olan patojenik virüs Bunyaviridae ailesinin Nairovirüs grubuna bağlı bir RNA virüsüdür. Sendroma ilk kez 1944 yılında Batı Kırım'da rastlanmıştır. Afrika dışında Türkiye dahil birçok Asya ve Doğu Avrupa ülkesinde rastlanmıştır. Sendrom Türkiye'de ilk kez 2002 yılında ortaya çıkan epidemi sırasında tanımlanmıştır.

Enfekte olmuş memelilerde klinik hastalık nadir de olsa, insanlarda çoğunlukla ağır geçer ve mortalite oranı %30'dur. Endemik bölgelerde virüs keneler yoluyla bulaştığı için özellikle tarım ve hayvancılık ile uğraşan kişiler yüksek risk grubundadır.

Epidemiyoloji

Sendromun insanlardaki sporadik enfeksiyonu genelde Hyalomma kenesinin ısırığı nedeniyle olur. Yine de hastalığı bulaştırabildiği bilinen 30 kene türü mevcuttur. Sığır, koyun ve keçi gibi çiftlik hayvanlarının yanı sıra, tilki gibi vahşi hayvanlarda da etken virüse rastlanmıştır. Ayrıca kuşlara ve küçük memeleri de bulaşabilir. Afrika-Avrupa arasında göç yolu bulunan bazı kuşlarda virüse rastlanması kuşların virüsün kıtalararası geçişini sağlamış olabileceği fikrini doğurmuştur.

Enfekte çiftlik hayvanlarının etinin işlenmesi veya yenmesi sonucu insanlarda ortaya çıkabilir. Ayrıca enfekte olmuş kan ve fomitle temasa geçmiş sağlık (hizmeti) çalışanlarında da görülmüştür. Nozomokiyal yol bilinen bir bulaşma yoludur[4]. İnsanlara bulaşmasının yaygın bir yolu da kene ısırığıdır. Bunların dışında enfekte hastalarla temas da bulaşmada önemli bir etkendir.


Bulaştıktan Sonraki Süreç

İlk kene ısırığından itibaren yaklaşık 2 ile 12 gün arasında değişen bir enkübasyon süresi vardır. Hastane kaynaklı enfeksiyonlarda ise (nozokomiyal enfeksiyon) enkübasyon süresi 3 ile 10 gün arasında değişir.

Enkübasyon süresinin ardından grip-benzeri semptomlar görülmeye başlar. Bunlar yaklaşık bir hafta sonra dinebilir. Bununla birlikte hemoraj belirtileri rahatsızlığın ilk 3-5 gününde görülmeye başlar: öncelikle duygudurumda dalgalanma, ajitasyon, zihinsel karmaşa ve boğaz peteşileri. Daha sonra burun kanaması, kanlı idrar ve kusma görülür. Karaciğer şişer ve ağrır. Bunların dışında trombositopeni ve lökopeni laboratuvar bulguları arasındadır. Ayrıca aspartat aminotransferaz (AST), alanin aminotransferaz (ALT) ve laktat dehidrogenaz (LDH) oranlarında yükselme görülür.

Semptomların ilk ortaya çıkışından 9-10 gün sonra hastalar iyileşme belirtileri gösterir, fakat %30'u rahatsızlığın 2. haftasında ölür.


Teşhis



Kırım-Kongo Hemorajik Ateşinin teşhisi sendroma yol açan virüsün veya virüsün RNA'sının kan ve doku örneklerinden izolasyonunu, virüse karşı vücutta oluşmuş antikorların ve virüs antijeninin varlığının saptanmasını içerir.

Ayrıca teşhisin konması için kullanılacak laboratuvarların biyogüvenlik açısından tam güvenli olması çok önemlidir.


Tedavi


Spesifik bir tedavisi olmadığı için tedavi çoğunlukla semptomatik ve destekleyicidir. Tam kan veya kan içeriklerinin replasmanı (yenilenmesi) uygulanabilir. Ribavirin etkili olabilir.

Henüz bir aşı mevcut değildir. Hastalığı geçirenlerin ömür boyu bağışıklık kazanılabileceği bilinmektedir.


Kamu Sağlığı ve Korunma


Bulaşıci hastalık olduğu için Kırım-Kongo Hemorajik Ateşine karşı toplumu bilinçlendirmek ve kamu sağlığı açısından önlemler almak çok önemlidir.

Kenelerin aktif olduğu dönemlerde, örneğin bulaşmanın en sık aracısı olan Hyalomma cinsinin aktif olduğu Nisan ve Ekim aylarında, kenelerin bulunduğu ortamdan halkın kaçınması; kenelerin büyük sayılarda bulunabileceği ortamlarda (örneğin ahırlarda vs.) çalışan kişilerin muayene edilmesi faydalı önlemlerdendir. Yine kenelere karşı önlem olarak keneleri kaçıracak kimyasalların yani repellant kullanılması, açık alanlarda özellikle çok yoğun oldukları noktalara insektisit uygulanması da olası önlemler arasındadır.

Epidemi dönemlerinde kişi üzerinde kene bulursa bunu çıkarmaya çalışmaması önemlidir, uygun bir sağlık hizmeti merkezine (hastane gibi) gitmeli ve keneyi burada uzmanlar çıkarmalıdır.

Hastaların kan ve vücut sıvıları ile temastan kaçınılmalıdır. Eğer bir temas olmuşsa, temas etmiş kişi dikkatlice gözlenmeli ve belirtiler görülürse mutlaka gerekli müdahalenin yapılmasını sağlamak önemlidir.

Kesimhaneye yollanmadan önce hayvanlardan kenelerin ayrıştırılması yaygın bir uygulamadır. Hasta hayvanların kan ve dokularına doğrudan temasın bulaşmaya yol açabileceği bilinmektedir.

Ribavirin stoklamak da farklı durumlarda yararlı bir önlem olabilir. ABD askeri güçleri Afganistan ve Irak'taki personellerini çeşitli virütik hastalıklara karşı korumak amacıyla ribavirin stokları barındırmaktadır.


KKKA Epidemileri


1944'de tanımlanmaya yol açan salgın Batı Kırım'da olmuştur. Virüs hastalardan alınan kan örneklerinde ve Hyalomma marginatum marginatum isimli kenelerde saptanmıştır. Araştırmacılar kısa bir süre sonra benzer bir hastalığın Orta Asya Cumhuriyetlerinde de olduğunu fark ettiler. Çin'deki ilk olgu 1965 yılında tanımlanmıştır. 1969'daki bir analizde ise 1956 yılında Zaire'deki (Kongo) epidemide febril bir çocuktan alınmış kan örneğinde aynı virüse rastlanmış, buradaki hastalığın Kırım'da görülmüş olanla aynı olduğu belirlenmiştir. Tüm bu bulgular hastalığın bugünkü ismi ve tanımına neden olmuşturlar. Verilere göre Güney Afrika'da 1981 yılına kadar 123 olgu tanımlanmış, bunlardan %22'si ölümle sonuçlanmıştır.

1976'da Makedonya'da (toplamda 10 olgulu) ve 1979'da Irak'ta, küçük çaplı, epidemiler görülmüştür. Irak'taki bilinen ilk epidemi olan 1979'daki epidemideki 10 olgudan ikisinin sağlık personeli ve bulaşmanın nozokomiyal olduğu ifade edilmiştir.

Asya ülkelerinden Pakistan, Afganistan ve Kazakistan'da ölümle sonuçlanan olgular tespit edilmiştir. Bildirilere göre Pakistan'daki büyük (majör) epidemiler 1975, 1986, 1996, 1998, 1999 ve 2000 yıllarında olmuş, son olgu 2002 yılında tanımlanmıştır. Aynı yıl Türkiye'de Tokat ilinde sendroma rastlanmıştır. Bu Türkiye'deki ilk bilinen epidemidir. Daha sonra 2003 ve 2004 yıllarında Türkiye'nin farklı illerinde sendroma rastlanmıştır. Türkiye'de son olarak 2006 yılında bildirilen olgulardan bazılarının ölümü sonucu sendrom medyaya da yansımıştır.

Bunların dışında sendrom Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkelerinde (Birleşik Arap Emirlikleri, Umman...) de görülmüş, sendrom sebebiyle ölüm vakaları ortaya çıkmıştır. Örneğin, 1989-1990 arasında Suudi Arabistan'daki Mekke şehrinde tanımlanan 40 olgudan 12'si ölümle sonuçlanmıştır.


Ayrıca bakınız

Ebola

Notlar

↑ Hoogstraal H., The epidemiology of tick-borne Crimean/Congo hemorrhagic fever in Asia, Europe, and Africa, J Med Entomol, 1979; 15: 307-417.
↑ Simpson DIH., Viral haemorrhagic fevers of man, Bull Wld Hlth Org, 1978; 56: 819-32.
↑ Watts DM, Ksiazeck TG, Linthicum KJ, Hoogstraal H., Crimean-Congo hemorrhagic fever, In: Monath TP editor: The Arboviruses, Epidemiology and Ecology, CRC Pres, Boca Raton FL, 1988; p: 177-222.
↑ Zeller HG, Cornet JP, Diop A, Camicas JL, Crimean-Congo hemorrhagic fever in ticks (Acari: Ixodidae) and ruminants: field observations of an epizootic in Bandia, Senegal (1989-1992), J Med Entomol 1997; 34: 511-6.
↑ Simpson IH, Knight EM, Courtois G, Williams MC, Winbren MP, Kibukamusoke J, Cogo Virus: a hitherto undescribed virus occuring in Africa, Part I, Human isolation-clinical notes, East Afr Med J 1967; 44: 86-92.
↑ Swanepoel R, Gill DE, Shepherd AJ, Leman PA, Mynhardt JH, Harvey S, The clinical pathology of Crimean/Congo hemorrhagic fever, Rev Infect Dis, 1989; 11 (Suppl 4): 794-800.
↑ Suleiman MN, Muscat-Baron JM, Harries JR, Satti AG, Platt GS, Bowen ET, Simpson DI, Congo/Crimean haemorrhagic fever in Dubai, An outbreak at the Rashid hospital, Lancet, 1980; 2: 939-41.
↑ Vesenjak-Hirjan J, Punda-Polic V, Dobe M, Geographical distribution of arboviruses in Yugoslavia, J Hyg Epidemiol Microbiol Immunol, 1991; 35: 129-40.
↑ Al-Tikriti SK, Al-Ani F, Jurji FJ, et al, Congo/Crimean haemorrhagic fever in Iraq, Bull World Health Organ, 1981; 59: 85-90.
↑ el-Azazy OM, Scrimgeour EM, Crimean-Congo haemorrhagic fever virus infection in the western province of Saudi Arabia, Trans R Soc Trop Med Hyg, 1997; 91: 275-8.

Kaynak: TR.Wikipedia.org

Virüs Hastalıkları – Kene – Kırım Kongo Kanamalı Ateşi – Kene – Kene Tehlikesi - Virüs Hastalıkları – Kene – Kırım Kongo Kanamalı Ateşi – Kene – Kene Tehlikesi - Virüs Hastalıkları – Kene – Kırım Kongo Kanamalı Ateşi – Kene – Kene Tehlikesi - Virüs Hastalıkları – Kene – Kırım Kongo Kanamalı Ateşi – Kene – Kene Tehlikesi - Virüs Hastalıkları – Kene – Kırım Kongo Kanamalı Ateşi – Kene – Kene Tehlikesi - Virüs Hastalıkları – Kene – Kırım Kongo Kanamalı Ateşi – Kene – Kene Tehlikesi - Virüs Hastalıkları – Kene – Kırım Kongo Kanamalı Ateşi – Kene – Kene Tehlikesi - Virüs Hastalıkları – Kene – Kırım Kongo Kanamalı Ateşi – Kene – Kene Tehlikesi -

Kene - Keneler - Kene - Keneler!!!

Kene (Ixodoidea), eklem bacaklıların örümceğimsiler (Arachnida) sınıfından kan emici ve gözsüz bir dış parazittir. İnsan, koyun, köpek, kedi, deve gibi canlıların derilerine yapışarak kanlarını emer. "Asıl kene" olarak bilinir.

Ayrı eşeylidir ve yumurta ile çoğalır. Dişi yumurtalarını yaprak, çöp veya hayvan kılları arasına bırakır. Gelişimlerinde metamorfoz vardır. Yumurtalarından üç çift bacaklı larvalar çıkar. Bunlar bir pupa devresi geçirerek 8 bacaklı nimfalara (tam gelişmemiş yavrular) dönüşürler. Nimfalar da bir pupa safhası geçirdikten sonra ergin hale gelirler. Larva ve nimfalar genellikle kertenkeleler üzerinde, erginler ise insan, koyun, sığır, köpek gibi memeliler üzerinde parazit yaşarlar.

Kanı emen kene orijinal halinden onlarca kat daha büyürVücutları başla kaynaşmış bir göğüs ve torba biçimli dişi 11-12 mm'ye kadar sişer. Erginlerinde dört çift bacak bulunur. Bacakların uçlarında çengeller ve vantuzlar vardır. Deriye rahatça yapışarak hortumlarıyla kan emerler. İyice şiştikten sonra kendilerini yere atarak konaklarından uzaklaşır, ot veya ağaçlara tırmanırlar. Ön ayaklarının uçları dokunma ve koku alma için özelleşmiştir. Ormanlarda bulunduğu ağacın altından bir hayvan geçtiği takdirde üzerine düşüp derisine yapışır ve etine hortumunu sokarak kanını emer. İlk iki bacak çifti öne, son iki çifti geriye yönelmiştir. Bugün 889 kene türü bilinmektedir. Kenelerin hepsi zararlı, parazit ve kör değildir. Sığır ve köpek kene türleri gözlüdür. Insan ve ehil hayvanlarda parazit yaşayanlar çeşitli hastalık mikroplarını bulaştırdıklarından sağlık bakımından zaralıdır ve bir çok bakteri de üretmektedir.



Kene Isırması ile Bulaşan Hastalıklar
Kene tedavisi çok zor olan sonucu ölüme kadar varabilen son derece tehlikeli hastalıklar taşır. Keneler virüs, bakteri ile protozoon ve Rickettsia adlı parazitleri taşıyabilirler ve bu ciddi enfeksiyon etkenlerini kanını emdikleri insan ve hayvanlara aktarırlar:

Lyme hastalığı
Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi)
Beyin iltihabı(Encephalitis)

Kenenin Çıkarılması
Kan emen bir keneyi deriden söküp atmak hastalık bulaşma riskini artırdığından oldukça tehlikelidir. Çünkü çıkarılmaya çalışılan kene midesinde bulunan, mikrop ve bakterilerle dolu kanı tekrar geriye boşaltır.


Kene Penseti

Batı avrupa ülkelerinde halk kene ve keneden bulaşan hastalıklar konusunda oldukça duyarlıdır. Bu yüzden kenenin zararsızca çıkarılmasını sağlayan özel bir penset geliştirilmiştir. Bu aracın ülkemizde piyasada olup olmadığı bilinmemektedir.


Kene Kaşığı

Keneye bağlı hastalıkların en yaygın olduğu ülkelerden olan Amerika'da keneyi döndürmeden kolayca ve güvenli bir şekilde çıkarmaya yarayan özel bir kaşık geliştirilmiştir kene kaşığı. Bu araç özel şekli sayesinde ulaşılması güç olan kasık ve eklem yerleri gibi bölgelere yapışan kenelerin kolayca çıkarılmasını sağlar.

Elle Çıkarma

Kene'yi kesinlikle kendiniz çıkarmaya çalışmayın ve en kısa sürede uzman bir sağlık görevlisi tarafından çıkarılmasını sağlayın.

Eğer herhangi bir araç ya da doktor imkanı yoksa kene el ile şu şekilde çıkarılmalıdır: Bir parmağınızın ucunu biraz tükürük ile nemlendirin ve bu sekilde kenenin etrafında çok hafif bastırarak daireler çizin. Bir kaç dakika sonra kene kendiliğinden çıkacaktır. Kene kendini bırakır bırakmaz derhal tırnaklarınızın ucu ile tutarak alın, aksi takdirde kene baska bir yere tekrar yapışacaktır. Kene çıktıktan sonra ısırılan yeri alkol ile temizleyin. Eğer kene uzun süre yapışık kaldı ise derhal bir sağlık kuruluşuna başvurun kene ısırması ile geçen hastalıklarda tedaviye erken başlanılması hastalıktan kurtulma şansını artıracaktır.

Bunun dışında, keneyi çekmek, ezmek, alkol ya da başka bir sıvı ile çıkmasını sağlamak gibi herhangi bir fiziki ya da kimyevi yöntem uygulamayın ve en kısa sürede bir sağlık kuruluşuna gidin ve uzman bir kişi tarafından ciltten çıkarılmasını sağlayın.
Kene - Tehlikeli Olabilir - Kene - Tehlikeli Olabilir - Kene - Kene - Kene - Kene - Kene - Kene - Kene - Kene - Kene - Kene - Kene - Kene - Kene - Kene - Kene - Kene - Kene - Kene - Kene - Kene - Kene - Kene - Tehlikeli Olabilir - Kene - Kene - Tehlikeli Olabilir -Kene - Kene - Tehlikeli Olabilir -Kene - Kene - Tehlikeli Olabilir Kene - Kene - Kene - Kene - Kene - Tehlikeli Olabilir - Kene - Kene - Kene - Kene - Kene - Kene - Kene - Kene - Kene - Kene - Kene - Kene - Tehlikeli Olabilir - Kene - Kene - Kene

AKP'nin taslaginda, din dersleri secmeli

Bir ülkenin yüzde kaçı dindar olursa olsun, yüzde kaçı bir ırka mensup olursa olsun bazı şeyler vatandaşların tümüne birden dayatılamaz. Özellikle bir hukuk devleti olan Türkiye'de, özellikle bir Cumhuriyet olan Türkiye'de bu böyle olmamalı. Artık ülkeler safkan milletlerden oluşmuyor. Ve tek bir ırk, tek bir din, tek bir renk kalmadı ülkelerde. Artık global yaşam var. Komşunuz İngiliz, Fransız ya da Rus olabilir.

Yabancı kökenliler bir yana asıl gelmek istediğim nokta Türkiye'deki gayrı müslimler ve dindar olmayan kesimin bu konuda uğradığı haksızlıktır.

Çok iyi hatırlıyorum ortaokuldaki din öğretmenimi..! Çok sertti. Derse girmekten hep çekindim. Bir gün bir arkadaşımızı öğretmen masasına çıkarttı ve namaz kıldırttı. Ben bilmiyordum namaz kılmayı ve kendimi çok kötü hissetmiştim. Okula gitmek istemediğim zamanlardı.

Ama ilerleyen yaşlarda kendi tercihim doğrultusunda hareket ettiğimde gayet rahat ve huzurluydum. Dinde zorlama olmaz, olmamalı. İnsanın düşüncesi ne olursa olsun yaratanından ötürü sevilmelidir. Herkes özünde insandır. Bu anlamda seçmeli ders olarak okutulursa din dersleri Türkiye'miz açısından son derece yararlı olacaktır. Kimse dininden vazgeçmesin! Ama kimse de dindar olmaya zorlanmasın. Dinimizin güzelliğini bozmayalım.


AKP'nin taslağında, din dersleri seçmeli
ANKARA Milliyet

AKP Mersin Milletvekili Zafer Üskül'ün, "Anayasa'dan Atatürkçülük'le ilgili ifadeler çıkarılsın" önerisi ile gündeme gelen yeni Anayasa taslağı, Üskül'ün yer almadığı, AKP'nin önde gelen hukukçularının yer aldığı komisyonca hazırlandı. AKP'nin "sivil Anayasa" taslağında, yürürlükteki Anayasa'da yer alan Atatürkçülük'le ilgili ifadeler korundu. Taslakta, MGK Genel Sekreterliği'nin Anayasal bir kurum olmaktan çıkarılması, din derslerinin seçmeli hale getirilmesi benimsendi.
Eski Adalet Bakanı Cemil Çiçek başkanlığında oluşturulan komisyonun üzerinde aylardır çalıştığı Anayasa taslağı tamamlandı. AKP'nin seçim beyannamesindeki "sivil Anayasa hazırlanacak" sözü uyarınca hazırlanan taslak için Anayasa hukuku uzmanı Prof. Dr. Ergun Özbudun'dan da görüş alındı. Çiçek, Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin, TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Burhan Kuzu ve Üskül'den oluşacak hukukçularca yeniden ele alınacak taslağa son şeklinin verileceği bildirildi. Taslağın daha sonra diğer siyasi partilerin ve sivil toplum örgütlerinin görüşüne sunulacağı ifade edildi. Taslakta, Üskül'ün görüşlerinin aksine Atatürkçülük'le ilgili ifadelerin muhazafa edilmesi de dikkat çekti.
Taslakta yer alan düzenlemelerden bazıları şöyle:
* Temel hak ve özgürlükler, ancak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamında sınırlandırılabilecek. Yargı kararlarının AİHS'ye uygunluğu aranacak.
* Çocukların hakları Anayasa'da ayrı bir bölümde ele alınacak. Bu bölümde Birleşmiş Milletler'in hazırladığı ilgili sözleşmelere atıfta bulunulacak.
* Anayasa'daki eşitlik tanımı korunacak, ancak kadınlara yönelik pozitif ayrımcılık Anayasa'ya girecek. Sosyal ve siyasi alanlardaki kadınlara, korunmaya muhtaç kadınlara pozitif ayrımcılık uygulanması anayasal ilkeye dönüştürülecek.
* Cumhurbaşkanı'nın tek başına yaptığı işlemlere, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) kararlarıyla, Yüksek Askeri Şûra kararlarına yargı yolu açılacak.
* Cumhurbaşkanının yetkileri daraltılacak. Bürokrat atamaları, vali ve büyükelçi dışında Bakanlar Kurulu'nca gerçekleştirilecek.
* Adalet Bakanı, HSYK'dan çıkarılacak. Yargıyı yargıçlar yönetecek.
* YÖK kalkacak. YÖK'ün yerine eşgüdüm kurulu oluşturulacak. Cumhurbaşkanının rektör atama yetkisi kaldırılacak. Üniversiteler, rektörlerini kendisi seçecek.
* Anayasa Mahkemesi'nde asıl ve yedek üyelik farkı kalkacak. Üye sayısı 17'ye çıkarılacak Anayasa Mahkemesi, AİHM gibi iki ayrı kuruldan oluşacak. Cumhurbaşkanı'nın Anayasa Mahkemesi'ne üye atama yetkisi kalkacak. 17 üyeden 7'si TBMM tarafından atanacak.
* Milli Güvenlik Kurulu ve MGK Genel Sekreterliği Anayasal kurum olmaktan çıkartılarak, danışma organına dönüştürülecek.
* Din dersleri seçmeli hale getirilecek.

Oyun bağımlılığı... Babası ölen çocuk, ''Babamın sadece bir canı varmış'' dedi

Zaman böyle bir zaman olmuş maalesef..! Ölen babası için yaptığı yoruma bakın. Bilgisayar oyunları belirli yönlenden yararlı olabiliyor. Ama örnekte de görüldüğü gibi olumsuz sonuçları da olabiliyor. Çocukların bilgisayar ile aralarının iyi olmasını sağlar, refleksleri geliştirir, çok yönlü düşünmeyi sağlar, hızlı karar ve problem çözme mekanizmasını hızlandırabilir. Ancak herşeyin fazlası zararlıdır teorisi burada da geçerli...
Oyun bağımlılığı... Babası ölen çocuk, ''Babamın sadece bir canı varmış'' dedi

Tuba Karahan - AA - Milliyet Online

Hacettepe Üniversitesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr.
Ferhunde Öktem, bilgisayar oyunu ve internet bağımlılığının giderek büyüyen bir tehlike olduğuna dikkati çekerek, "İnternet ve bilgisayar bağımlılığı, tıbbi bağımlılık arasına alındı. Hastaneye çok ağır, hastane koşullarında tedavi edilmesi gereken çocuklar gelmeye başladı" dedi.
AA muhabirinin, bilgisayar oyunlarının çocuklar üzerindeki etkilerine ilişkin sorularını yanıtlayan Öktem, ekran karşısında çok fazla vakit geçiren çocukların gerçek dünyayı öğrenemediklerini söyledi. Sanal dünyanın, çocukların yalancı kişilikler geliştirmesinde de etkili olduğunu belirten Öktem, bu etkinin çocukların aileleri ve arkadaşlarıyla arasındaki paylaşımlara da yansıdığını kaydetti.

Öktem, ailelerin kendilerine en çok çocuklarını ekran karşısından kaldıramadıkları şikayetiyle başvurduklarını söyledi. Yaşamda her şeyin dengeli olarak verilmesi gerektiğini ifade eden Öktem, çocukların özellikle bilgisayar ekranı karşısında çok fazla vakit geçirmesinin ciddi sorunlara neden olabileceğini, böyle bir durumda da ailelerin mutlaka yardım alması gerektiğini vurguladı.

"BABAMIN BİR CANI VARMIŞ"

Küçük yaşlardan itibaren çok fazla bilgisayar oyunları oynayan çocukların yaşama karşı duyarsızlaştıklarını da belirten Öktem, bu çocukların yapaylıklar arasında büyüdüklerini ve gerçek dünyadaki duygulardan yoksun olduklarını söyledi.

Babasını kaybetmiş küçük bir çocuğun hayretler içinde kendisine "Babamın sadece bir canı varmış" dediğini anlatan Öktem, "Çocuklar, bilgisayar oyunlarındaki gibi bir tuşla tekrar yaşatılan kahramanların hayatlarıyla gerçek hayat arasındaki farkları algılamakta zorlanabiliyor" dedi.

Bu çocukların arkadaşlık, dostluk, paylaşım gibi duygulardan uzak yaşadıklarını anlatan Öktem, "Çocuklarımıza en çok onlarla paylaşımda bulunduğumuz zaman bir şeyler öğretebiliriz. Bu çocuklar ise odaya kapanıyorlar ve bilgisayarla vakit geçiriyorlar. Böylelikle ailenin deneyimi, ortak yaşantıları, olanakları da çocuklara sunulamamış oluyor" diye konuştu.
Öktem, güvenlik endişesiyle çocuklarının evde bilgisayar oynamasını mazur gören anneler de bulunduğunu hatırlatarak, bunun çocuk için ileride çok ciddi sorunlara neden olabileceğini söyledi. Öktem, özellikle internet kullanımının denetlenmemesi halinde, çocukların dışarıdaki tehlikelerle çok daha fazlasıyla karşılaşma olasılıkları bulunduğuna işaret etti.

"VÜCUT GELİŞİMLERİNE DE ZARAR VERİYOR"

Bilgisayar oyunlarının çocukların dışarıda geçirdikleri oyun zamanlarını da yok ettiğini belirten Öktem, çocukların pek çok şeyi oyunların kahramanları üzerinden yaşadıklarını söyledi.
Çocukların bilgisayar karşısında sadece parmakları ve gözlerini kullandıklarını kaydeden Öktem, "Bu oyunlarda bedensel hiçbir güç kullanılmadığı için çocukların vücutlarının gelişimleri de aksıyor.

Kasları, göğüs kafesleri gelişmiyor. Kemik yapılarında da bozulmalar, eğrilikler ya da çarpıklıklar görülebiliyor" dedi.

Öktem, bilgisayar oyunları nedeniyle çocukların kilo almaya başladıklarını ya da yemek yemeyi unuttuğu için ciddi kilo kaybı yaşadıklarını anlattı. Çocukların bilgisayar karşısında ne yediğinin de farkında olmadığını ifade eden Öktem, "İnternet ve bilgisayar bağımlılığı tıbbi bağımlılık arasına da alındı. Çok önemli bir tanı olmaya başladı. Çok ağır, hastane koşullarında tedavi edilmesi gereken çocuklar gelmeye başladı hastaneye" diye konuştu.

"OYUNLARDAKİ ŞİDDET, ŞİDDETE KARŞI DUYARSIZLAŞTIRIYOR"

Bilgisayar oyunlarının içerdiği en büyük tehlikenin, şiddet olduğunu vurgulayan Öktem, zaman zaman internet kafelerde çocukların konuşmalarını dinlediğini anlattı. Çocukların birbirlerine "sen kaç kişiyi öldürdün?", "O iyice ölmedi, bir daha ez iyice" dediklerini belirten Öktem, gerçek yaşamın yaşatma, düzeltme, iyileştirme üzerine kurulu olduğunu, ancak oyunların çocuklara gerçek yaşamın tam tersi değerleri öğrettiğini ifade etti. Öktem, bilgisayar oyunlarında sunulan şiddetin, çocuğun yaşam içerisindeki şiddete karşı duyarsızlaşmasına neden olduğunu bildirdi.

Herkesin çok ciddi bir biçimde "oyun" denilen şeyin amacının ve olumsuzluklarının farkında olması gerektiğini kaydeden Öktem, bu konuda toplumda bilinç yaratılması gerektiğini belirtti. Bunun, televizyonlarda yayınlanacak spotlar ya da oyunların üzerine yazılacak uyarılarla yapılmasının çok önemli olduğunu belirten Öktem, "Anne babanın da çocuğu denetlemesi şarttır" dedi.

BİLGİSAYAR OYUNLARININ OLUMLU ETKİLERİ

Çocukların hayatlarında oyunun çok önemli bir yeri olduğunu kaydeden Öktem, oyunun her türlüsünün çocukların sağlıklı gelişmeleri ve yetişmeleri için bir ihtiyaç olduğunu belirtti. Bilgisayarlardaki bazı oyunların, çocukların gelişmelerine olumlu katkıları olduğunu ifade eden Öktem, "Çocuğun en iyi bildiği dil, oyun olduğu için teknolojiyi de oyunla öğreniyor. Oyunlar sayesinde çocukların tepki hızı artıyor.

Ayrıca bilgisayar oyunları öğrenmede en temel şey olan tekrar olanağı veriyor. Çocuk uzmanlaşana kadar o oyunu tekrar tekrar oynayabiliyor" dedi.

Bilgisayarlar aracılığıyla içine kapanık, çok arkadaşı olmayan çocuklar için de bir paylaşım ortamının yaşandığını belirten Öktem, "Ancak bu paylaşma sanal bir paylaşma. İnteraktif, etkileşimli oyunlar dediğimiz oyunlarda çocuk farklı bir kişiliğe bürünebiliyor, farklı bir kahramanın rolüne girebiliyor ama yapay da olsa, sanal da olsa bir dostluk, arkadaşlık kurulmuş oluyor" diye konuştu.

29 Temmuz 2007 Pazar

Kirim - Kongo Kanamali Atesi Nedir ? KKKA

Lütfen bu konuda yakınlarınızı bilinçlendiriniz. Pikniklerin yanı sıra bu hastalığın ya da tehlikenin görüldüğü illerimiz var. Batı Karadeniz ve aşağı bölgelerinde kene tehlikesi fazlasıyla var. Özellikle Tokat, Yozgat, Çankırı, Çorum gibi illerde öldürücü özellik taşıyan virüslü keneler yaygın. Samsun, Sivas, Erzurum ve diğer illler de risk altında. Yakın akrabalarınızı uyarınız. Hala bilinçsiz hareket eden insanlarımız var.


Kırım - Kongo Kanamalı Ateşi Nedir ?

Kırım-Kongo Hemorajik Ateş (KKHA), keneler tarafından taşınan Nairovirüs isimli bir mikrobiyal etken tarafından neden olunan ateş, cilt içi ve diğer alanlarda kanama gibi bulgular ile seyreden hayvan kaynaklı bir enfeksiyondur.

KIRIM-KONGO HEMORAJİK ATEŞİ

Kırım-Kongo Hemorajik Ateşi nedir?

Kırım-Kongo Hemorajik Ateş (KKHA), Nairovirüs isimli bir mikrobiyal etken tarafından neden olunan ateş, cilt içi ve diğer alanlarda kanama gibi bulgular ile seyreden hayvan kaynaklı bir enfeksiyondur. Son yıllarda tedavide görülen gelişmelere rağmen, bu enfeksiyonlarda ölüm oranları hala yüksektir.

Kırım-Kongo Hemorajik Ateşi Hastalığı İlk Nerede Tanımlanmıştır?
Kırım-Kongo Hemorajik Ateş virüsü tarafından neden olunan hemorajik ateş hastalığı ilk kez 1944 ve 1945 yılı yaz aylarında Batı Kırım steplerinde çoğunlukla ürün toplamaya yardım eden Sovyet askerleri arasında görülmüştür. Hastalığa Kırım Hemorajik Ateşi adı verilmiştir. Kongo virüsü ise 1956 yılında Zaire’ de ateşli bir hastadan tespit edilmiştir. Bin dokuzyüz altmış dokuz yılında ise Kongo virüs ve Kırım Hemorajik Ateş virüslerinin biyolojik olarak benzer virüs olduğu gösterilmiştir.

Kırım-Kongo Hemorajik Ateşi Bugüne Kadar Hangi Ülkelerde Tanımlanmıştır?
Daha sonraları, Kırım-Kongo Hemorajik Ateş virüsünün Bulgaristan, Makedonyada, Pakistan, Irak, Afganistan, İran, Kosova, Kazakistan, Sahra altı Afrika ülkeleri, eski Sovyetler Birliği, Yugoslavya, Yunanistan, Arap yarımadası, Dubai, Kuveyt, Çin ve Moritanya’da salgınlar yaptığı bildirilmiştir.

Kırım-Kongo Hemorajik Ateşi Etkeni İnsanlara Nasıl Bulaşmaktadır? Bulaşmada aracı olan bir etken var mıdır?
Kırım-Kongo Hemorajik Ateşi virüsü genellikle insanlara Hyalomma cinsi keneler ile bulaşmaktadır. Hayvanlardan insanlara keneler ile bulaşan bir enfeksiyondur. Virüs, sığır, koyun, keçi, yabani tavşan ve tilki gibi hayvanlardan tespit edilmiştir. Güney Doğu Avrupa ve Güney Afrika arasında göç eden göçmen kuşlar üzerinde bulunabildiği gösterilmiştir. Bu kuşların virüsün iki kıta arasında taşınmasına yol açabildiği düşünülmektedir.
Virüs, sığır ve koyun gibi Hyalomma keneleri için konak olan hayvanlarda belirtisiz enfeksiyon ve bir hafta kadar süren geçici viremi (kanda virüsün bulunması) oluşturmasına rağmen, insanlarda hastalığa neden olmaktadır. Küçük memeli hayvanlarda da viremi ve hafif enfeksiyon oluşup keneler için kaynak oluşturabilmektedir. İnsanlar virüsü ya enfekte kenelerin ısırması ile, yada viremik hayvanların kesilmesi sırasında hayvana ait kan ve dokulara temas ile almaktadır.
Bir bölgede, kenelerin ve keneler kan emdiğinde bulaşmayı sağlayacak kanında virüs bulunan hayvanların bol olması salgın için önemli bir faktördür.

Kırım-Kongo Hemorajik Ateşi Salgınlarını Etkileyen Doğa Şartları Nelerdir?
Doğu Avrupa ve Asya’ daki Kırım-Kongo Hemorajik Ateş salgınlarının genellikle insanlar tarafından oluşturan çevresel şartlara bağlı olarak geliştiği düşünülmektedir. Kırım’ daki ilk salgının, İkinci Dünya Savaşı yıllarında kene ile enfekte olmuş bölgelerin tarıma açılması nedeniyle oluştuğu sanılmaktadır. Daha sonra eski Sovyetler Birliği ve Bulgaristan’ da olan salgınlarda ise ziraatçılık ve hayvancılıktaki değişmelerin rol oynadığı belirtilmektedir.

Kırım-Kongo Hemorajik Ateşi Hangi Mevsimde Görülmektedir?
Hastalık mevsimsel özellik göstermektedir. Genel olarak Haziran ve Eylül arası görülmesine rağmen, değişik mevsimlerde görülebilir. Bizim bölgemizde hastalar Nisan ayı ortalarından Ağustos ayı sonlarına kadar olan süre içinde görülmektedir.

Kırım-Kongo Hemorajik Ateşi İçin Kimler Risk Altındadır?
Hastalık için çiftlik çalışanları, çobanlar, kasaplar, mezbaha çalışanları, et ve et ürünleri market işçileri gibi tarım çalışanları ve hayvancılık ile uğraşanlar, veterinerler, hasta hayvan ile teması olan ve akut hastalarla temas olasılığı bulunan salgın bölgelerde görev yapan sağlık personeli, askerler, kamp yapanlar yüksek risk altındadır.

Kırım-Kongo Hemorajik Ateşinde Hastane Bulaş Olabilir mi?
Kırım-Kongo Hemorajik Ateş virüsü, hastalara ait kan ve/veya hastanın kan içeren atıklarıyla direkt temas sonucu da bulaşabilmektedir.

Kırım-Kongo Hemorajik Ateşi Virüs Bulaştıktan Ne kadar Süresi Sonra Ortaya Çıkar?
Kuluçka süresi: kuluçka süresi virüsün alınma şekline bağlıdır. Kuluçka süresi kene ısırmasından sonra 2-12 gün arasında değişmekle birlikte genellikle 1-3 gündür. Virüsü içeren kan ve diğer doku ya da atıklar ile temastan sonra genel olarak bu süre 5-6 gündür ve 13 güne kadar uzayabilmektedir.

Kırım-Kongo Hemorajik Ateşinde Belirtiler Nelerdir?
İnsanlarda hastalık ateş, üşüme-titreme yaygın kas ağrıları, bulantı-kusma, ishal, yüzde kızarıklık, karaciğerde büyüme ve kanama ile kendini gösterir.
Ateş, kırıklık, kas ağrısı, iştahsızlık, baş ağrısı, aşırı duyarlılık, sırt ağrısı, kol ve bacaklarda ağrı, mide bölgesinde ağrı, bel bölgesinde ağrı gibi belirtiler ile ani olarak başlamaktadır. Bazen bu bulgulara kusma, karın ağrısı ve ishal ilave olabilmektedir.

Gövde ve ekstremitelerde cilt içi kanama görülebilir. Burun kanaması ve değişik alanlarda kanama bulguları bulunabilir. Karaciğer iltihaplanma bulgusu genel olarak bulunmakta ve karaciğer büyümüş ve hassas olabilir.

İyileşen hastalarda iyileşmeler genellikle 9-10. günlerde başlar ateş 9-20. günler arasında düşer ve kanam durur fakat iyileşme 4 hafta ve daha uzun bir süre alabilir.

Genelde ölümler hastalığın 6 ile 14. günleri arasında olmaktadır. Hastalar sıklıkla yoğun kanama ve kalp durmasından kaybedilir. Kırım-Kongo Hemorajik Ateşinde ölüm % 8 - 80 arasında değişmektedir.

Kırım-Kongo Hemorajik Ateşinin Tanısı Nasıl Konulur?
Kanda virüse karşı oluşan göstergelerin taranması tanı için en sık kullanılan yöntemdir. Bu göstergeler hastalığın başlangıcından sonra 6. günden itibaren belirlenebilir.

Kırım-Kongo Hemorajik Ateşi Nasıl Kontrol Edilir ve Nasıl Korunulur?
Hastalığın bulaşmasında keneler önemli bir yer tutmaktadır. Bu nedenle kene mücadelesi önemlidir fakat oldukça da zordur. Keneler yumurta dönemleri dışında yaşamlarını kan emerek devam ettirirler. İnsanlar kenelerden uzak tutulabilir ise bulaş önlenebilir. Bu nedenle de mümkün olduğu kadar kenelerin bulunduğu alanlardan kaçınmak gerekir. Kenelerin bulunduğu alanlara gidildiği zaman vücut belli aralıklarla kene için taranmalıdır. Vücuda yapışmış keneler uygun bir şekilde ( kene ezilmeden ve ağız kısmı koparılmadan) alınmalıdır. Eter, kloroform ve alkol yada gaz sürülerek kendiliğinden deriyi terk etmeleri sağlanır. Çeşitli nedenlerle kenelerin bulundukları alanlara gidenler ( piknik, av yada görevleri gereği) döndükleri zaman kene yönünden taranmalı. Kenelerin yoğun olabileceği çalı,çırpı ve gür ot bulunan alanlardan uzak durulmalı, bu gibi alanlara çıplak ayak yada kısa giysiler ile gidilmemelidir. Bu alanlara av yada görev gereği gidenler lastik çizme giymeli yada pantolonlarının paçalarını çorap içine almaları koruyucu olabilir.

Hayvancılıkla uğraşanlar havanlarını belli aralıklarla kenelere karşı uygun akarisitler ile ilaçlamalı ve hayvan barınakları kenelerin yaşayamayacağı bir şekilde yapılmalı, çatlaklar tamir edilmeli ve badana yapılmalıdır. Kene bulunan barınaklarda uygun akarisidler ile usulüne uygun olarak ilaçlanmalıdır.

İnsan ve hayvanları kene saldırılarından korumak için böcek kovucular kullanılabilir.

Elazığ İl Sağlık Müd.

Bu Yazı İçin Keywords: Kırım Kongo Kanamalı Ateşi - Kene - Keneler - KKKA - Kırım Kongo Kanamalı Ateşi - Kene - Keneler - KKKA - Kırım Kongo Kanamalı Ateşi - Kene - Keneler - KKKA - Kırım Kongo Kanamalı Ateşi - Kene - Keneler - KKKA - Kırım Kongo Kanamalı Ateşi - Kene - Keneler - KKKA - Kırım Kongo Kanamalı Ateşi - Kene - Keneler - KKKA - Kırım Kongo Kanamalı Ateşi - Kene - Keneler - KKKA - Kırım Kongo Kanamalı Ateşi - Kene - Keneler - KKKA - Kırım Kongo Kanamalı Ateşi - Kene - Keneler - KKKA - Kırım Kongo Kanamalı Ateşi - Kene - Keneler - KKKA - Sağlık - Sağlık Bakanlığı - İl Sağlık Müdürlüğü, Sağlık Müdürlükleri - İrtibat - Keneye Dikkat, Dikkat Kene - Piknik, Orman, Çiftçi, Kene İçin Riskli Meslekler, Kene, Keneler, Kene, Kene, Kene, Kene Tehlikesi, Kene Hakkında Bilgi Kırım Kongo Kanamalı Ateşi - Kene - Keneler - KKKA - Kırım Kongo Kanamalı Ateşi - Kene - Keneler - KKKA - Kırım Kongo Kanamalı Ateşi - Kene - Keneler - KKKA - Kırım Kongo Kanamalı Ateşi - Kene - Keneler - KKKA - Kırım Kongo Kanamalı Ateşi - Kene - Keneler - KKKA - Kırım Kongo Kanamalı Ateşi - Kene - Keneler - KKKA - Kırım Kongo Kanamalı Ateşi - Kene - Keneler - KKKA - Kırım Kongo Kanamalı Ateşi - Kene - Keneler - KKKA - Kırım Kongo Kanamalı Ateşi - Kene - Keneler - KKKA - Kırım Kongo Kanamalı Ateşi - Kene - Keneler - KKKA - Sağlık - Sağlık Bakanlığı - İl Sağlık Müdürlüğü, Sağlık Müdürlükleri - İrtibat - Keneye Dikkat, Dikkat Kene - Piknik, Orman, Çiftçi, Kene İçin Riskli Meslekler, Kene, Keneler, Kene, Kene, Kene, Kene Tehlikesi, Kene Hakkında Bilgi

Isiran Keneyi Peceteyle Cikardi, Can Verdi

Evet! Onca habere, bilgilendirmeye rağmen amcamız bildiğini okumuş. Yeri cennet olsun ama cehalet böyle bir şey...



Isıran keneyi peçeteyle çıkardı, can verdi
DHA - Milliyet

Çorum'da kendisini ısıran keneyi peçeteyle koparıp atan ve 10 gün önce Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) hastalığı şüphesiyle hastaneye kaldırılan 47 yaşındaki Arslan Kepçeli dün yaşamını yitirdi.
Çomar köyünde yaşayan ve göğsünden kene ısırması sonucu hastalanan işçi emeklisi Arslan Kepçeli önce Çorum Devlet Hastanesi'ne kaldırıldı. Sağlık durumunun ağırlaşması üzerine Ankara'ya sevk edilen Kepçeli, tüm müdahalelere rağmen dün sabaha karşı yaşamını yitirdi.
Yakınları Kepçeli'nin kendisini ısıran keneyi peçeteyle tutup çıkararak yere attığını ve bunu önemsemediğini belirtti.

28 Temmuz 2007 Cumartesi

Oskar Kedi'nin Videosu - Kedi Oskar - Kedi Oscar

Sevimli Oscar Kedi'nin Videosu

Kedi Oskar - Kedi Oscar - Oscar Kedi - Oskar Kedi :)

Önümüzdeki hafta hava nasil olacak?

Sıcaklardan ötürü geçtiğimiz senelerde sadece Fransa'da onbinden fazla kişi ölmüştü. Bu sayıya dikkat etmek lazım. Çünkü bu rakam gerçek. Son derece net hatırlıyorum! Yaşlı nüfusun fazla olduğu Fransa sıcaklardan kavrulmuş ve ölümler son derece fazla olmuştu.

Bugünse durum farklı kürese ısınmanın olumsuz (beklenen) etkileri ile sıcaklar bir yana dursun daha mevsim normallerini bile yakalayamadılar. Yaz sıcakları kendisini göstermemiş durumda.

Sonuç olarak küresel ısınma için etkin önlemler alınmalı bir an önce...



Biz sıcaklardan bunalmışken İngiltere, Fransa’nın kuzeyi, Benelüks ülkeleri, Kuzey Almanya ve İskandinav ülkeleri “Acaba yazı görebilecek miyiz?'' endişesi içinde günler geçiriyor. Neredeyse yağışsız geçen bir günleri yok, bizde ise her şey tam tersine, beklentilere rağmen yok. Sonbahar ve kış döneminde de başımızın üstünden geçecek bulutlara yağdıydı-yağmadıydı diye bakacak olursak daha çok bekleriz.

En kısa zamanda su yönetimi planlamasına bulut yönetimini de katmak, yağış olayına sonbahar ve özellikle de kış döneminde müdahale etmek durumundayız. Ben bu işlerle ilgili epeyce mesafe kat ettim. Bulutlara ve dolayısıyla kar depolanmasına hükmedebileceğimizi iddia ediyorum, hem de en doğal yöntemle, tabiat ne yapıyorsa onu biraz daha hızlandırarak ve ilk defa bizim bulduğumuz bir şeyi yaparak. Bu sene yaptık yaptık, eğer bu kışı kaçırırsak bekle 2009-10 kışını. Barajlara gelen suyun kaynağı kardır, yağmur suyu ile barajlar dolmaz; bunu unutmayın, benden söylemesi.

Gelelim temmuz sonu ve ağustosun ilk haftasının beklentilerine... Müjdeli haber, bizi bekleyen hava koşullarının tam anlamıyla yaz ortalamalarında olacak olması. Bir başka deyişle, geçen haftaki sıcaklar bu hafta yok.

Öncelikle Akdeniz bölgemizi biraz serinletelim. Bunaltıcı sıcaklar temmuzun sonundan sonra tüm yurdu ve Akdeniz bölgesini, hatta Güneydoğu Anadolu’yu bile terk edecek. Gece sıcaklıkları 20 dereceye kadar gerileyecek. Elbette gündüzleri sıcak ama öyle 40’larda falan değil, sadece mevsim normallerinde yani 30-35 derece arasında.

Biraz daha serinlik

Hafta sonu özellikle Karadeniz sahil kesimi sert poyraz rüzgarlarının etkisiyle serinlemiş olacak, aman denize girerken dikkat. Rip akıntısı bu hafta sonu kıyılarda mutlaka olacaktır; deniz dalgalı ise temkinli olun, cankurtaranı olan yerleri tercih edin ve uyarı alırsanız sakın ola denize adım atmayın. Unutmayın bu akıntı sahilden başlar. Diğer yerlerde hava gün boyunca maalesef sıcak.

Hafta içinde güney sahil kesiminde hava sıcak olacak ancak diğer yerlerde sıcaklık ancak 35 derece sınırına dayanacak.

1 Ağustos Çarşamba gününden itibaren daha da serinleyeceğiz. Gece en fazla 20, gün boyunca da ancak 30-32 derecelerde sıcaklıklar göreceğiz.

2 Ağustos Perşembe ve 3 Ağustos Cuma günlerinde hava kuzey ve iç bölgelerimizde 4-5 derece daha serinleyecek. Gece sıcaklıkları 15 derece sınırına kadar gerileyecek, elbette gündüz sıcaklıkları da 30 derece civarında olacak.

Uzun bir aradan sonra haftanın ilk yarısında Samsun-Antalya hattının batısında parçalı, yer yer yoğun bulutlanmadan ve yerel yağmur ihtimalinden bahsetmek de güzel.

Cemal Saydam saydam[at]hacettepe.edu.tr
Haber: Milliyet

27 Temmuz 2007 Cuma

Dikkat! Obezlik Bulasiciymis

Obezite bizlerin de korkulu rüyası olmaya başladı son yıllarda. Bu Avrupa'ya ve özellikle büyük ölçüde Amerika'ya özgü bir hastalık olarak görülüyordu ama ülkemizdeki abilerimiz, amcalarımız, ablalarımız, annelerimiz ve teyzelerimizi görünce işin değiştiğini görmüş olduk. Göbekli insan sayısı (Coğrafya dersindeki güneşli gün sayısı gibi oldu..:) ) her geçen gün artıyor. Bizzat ben bile sıskalık kurumunun temsilcisiyken kendimi balkonlu bir ev hissi içinde buluverdim. Herşey bir anda oldu :)

Ama ipin ucunu kaçırmamak lazım diye düşünüyorum. Borçlarını faiz ödemesine rağmen ertelemiş bir insan misali ipin ucu kaçabiliyor. Bir gün ve bir gün daha sevdiğiniz şeylerle beslenince işin sonu istemediğimiz gibi olabiliyor. Çünkü bir yerden sonra kilo vermek imkansız geliyor insana. Sonuçta büyümüş, hacmini arttırmış bir mide söz konusu olan.

Toplumumuzdan, en azından bu satırları okuya kişilerden ricam günlük hayatlarına biraz hareket katmaları olacak. En azından günde bir saat yürüyüş yapalım. Etkisi oluyor mutlaka. Bir de işin püf noktası akşam yemeğini abartmamak ve mümkünse tok mide ile uyumamak...



ABD'de yapılan bir araştırmaya göre, obez eş, kardeş veya arkadaşa sahip olmak obezite riskini üç kata kadar artırıyor. Cinsiyet aynı olunca oran daha da fazla oluyor

Kaliforniya Üniversitesi tarafından 12 bin kişinin tıbbi kayıtları incelenerek yapılan araştırmaya göre, obez arkadaşlar, obeziteye yakalanma riskini yüzde 57, obez kardeşler yüzde 40, obez eşler de yüzde 37 oranında yükseltiyor.

Çok yakın arkadaşlıklarda ise obezitenin "bulaşma" ihtimali üç kat artıyor.Bu konuda cinsiyetin de önemli bir unsur olduğu, aynı cinsiyetten arkadaşlıklarda obezitenin "bulaşması" ihtimalinin yüzde 71 arttığı belirtildi. Erkek kardeşler arasında bu risk yüzde 44 olurken, kız kardeşler arasında yüzde 67'ye çıkıyor. Araştırmada, ortalama olarak obez bir kişinin aldığı her 7.7 kiloya karşılık, bir yakının da 2.3 kilo aldığı görüldü.

Araştırmacılar, obezitenin bulaşıcı olmasının, birlikte vakit geçiren insanların benzer yeme alışkanlıklarına sahip olmasıyla açıklanamayacağını belirtti. Obez bir yakına sahip olan insanların "kabul edilebilir kilo" konusundaki fikirlerinin değişmesinin önemli bir unsur olduğu tahmin ediliyor.

Milliyet Dış Haberler Servisi

Kedi Oscar Sizlerle

Kedi Oscar haberini okumuş olanlar bilirler. Oscar Kedi son saatlerini yaşayan hastaların yanına gittiğinde bunu hissedebiliyor. Söylenilen bu. Koskoca doktorlar da yalan söyleyecek değil ya. Zaten olamaz diye bir şey yok. Hayvanların bir çok sıradışı güdülerinin olduğunu biliyoruz.


Depreme duyarlı olanları, sahibinin ölümünü bilenleri, sürekli sahibinin mezarı başında bekleyenleri duyduk ve gördük daha önce.


Bütün bu hayvanlarda bence bir olgunluk, bir duruş var. Mesela Kedi Oscar'a baktığımızda da bu olgunluğu görebiliyoruz. Kendisi erkek bir kedi olsa da :) bir anaçlık var yüzünde.


Hayvanlar bazen insanlardan daha duyarlı olabiliyorlar. Bir tane köpekli video vardı; sahibinin komutu ile önce köpek emekliyordu sonra da bebeğin yapmasını bekliyordu. Bence bu süper bir olay. Olayı nasıl da kavramış köpek.


Diğer örneklerde görüleceği gibi hayvanlar bebeklerin ne kadar zararsız olduklarını görebiliyorlar. Mesela bir bebek kedinin kuyruğunu bir türlü bırakmıyor. Kediyi sinirlendiriyor herşeyden habersiz. Kedi sonunda tırnaklarını çıkarmadan patileriyle kafasına minik darbelerle vuruyor. Diğer bir videoda ise bir köpekle bebek aynı olayı yaşıyor :)


Evet kedimiz Oscar'dan yola çıktık ve hayvanlardan söz etmiş olduk.. Hayvanlar çok tatlılar ve kesinlikle korunmalılar. Bizim ülkemizde ve üçüncü dünya ülkelerinde bırakın hayvanları insanların bile kıymeti yok. Ama umudumuz önce insan ölümlerinin durması sonra da hayvanlara sahip çıkılması..
Bu hasret bizim!

26 Temmuz 2007 Perşembe

Mutlu musunuz? Can Dundar

Mutlu musunuz?

Bu soruyu toplumbilimci Prof. Yılmaz Esmer sordu insanlara; belli aralıklarla...
"Mutluluğunuza 10 üzerinden bir not verin" dedi.
İnsanlar "6" verdi mutluluklarına 1990'da...
2000'de 5'e düşürdüler saadet notunu...
2001'de kriz vurdu; "5"e indiler; sınıfta kaldılar mutluluk bahsinde...
Sonra aynı soruyu 2007'de sordu Prof. Esmer...
Bu kez "7.5"i gösterdi mutluluk barometresi...
Toplumun yüzde 86'sı az ya da çok mesuttu.
"Mutsuz"lar yüzde 13'te kaldı.
Prof. Esmer'e göre, nasıl 2002'de 3 iktidar partisini baraja gömen o kesif mutsuzluk ise, bu seçimde AKP'yi iktidara taşıyan da mağduriyet filan değil, bu saadetti.
Anlaşılan kişisel ilişkilerde olduğu gibi, siyasette de mutsuzluk iktidarsızlığa yol açabiliyor.
İktidar mutluluğu, mutluluk da iktidarı getiriyor.
* * *
Çoğunuzun aklından aynı soru geçiyor değil mi?
Nasıl olur?
Nasıl olur da "onca yoksulluk varken" ve huzur dersinde memleket cümbür cemaat bütünlemeye kalmışken insanlar karnede yıl sonu mutluluk notuna "7.5" verir?
Her 10 kişiden neredeyse 9'unun mutlu olduğu bir rüya ülkesinde yaşıyoruz da neden fark etmiyoruz?
* * *
Sorunun yanıtını önceki gece NTV'deki Neden'de Yeni Şafak yazarı Fatma Karabıyık Barbarosoğlu ilginç bir kavramla verdi:
"Hizalanma!.."
Barbarosoğlu'na göre ekonomik gelirle mutluluk arasında doğrudan bir bağlantı yok. Hatta ters bir orantıdan söz edilebilir:
Yani gelir arttıkça, mutluluk azalıyor.
"Dar gelirlilerin mutlu olması daha kolay" diyor Barbarosoğlu:
"Dar gelirliyseniz, dibe vursanız bile, o gün kaşıklayacağınız bulgur pilavınız ve yoğurt alacak kadar paranız varsa 'Çok şükür, bugün de karnımız doydu' der, huzur içinde uyursunuz. Dar gelirliler, kendileri gibi dar gelirli insanlarla bir arada yaşar, hizalanmalarını onlara göre yaparlar. Yanlarındaki yörelerindekiler kendileri gibi insanlardır; hiza bozulmadığından mutsuz olmazlar."
* * *
Gelir yükseldikçe bozulur hiza...
Ufuk çizgisi öndekilerden görünmez olur.
Beklentilerle birlikte büyür iktidar itişmesi; geride kalanların hırstan boynu tutulur.
Hep bir öndekini geçme, onun gibi giyinme, son çıkan cep telefonu modelini alma, komşudan daha iyi yaşama tutkusu, mütemadi bir eksiklik duygusuna ve dolayısıyla mutsuzluğa sürükler orta ve yüksek gelirliyi...
Değişen teknoloji, tüketim kamçısı, çoluk çocuğun baskısı, bu mutsuzluğu daim kılar.
"Bir lokma-bir hırka" bahtiyarlığının yerini "bir taksit bir taksit daha" işgüzarlığı alır.
Tatminsizlik, mutsuzluğa bulanır.
* * *
Her ne kadar televizyon, gecekonduluların hizasını bozduysa da, toplumun alt katmanlarında, üst katmanların anlamakta zorlandığı bir şükretme hali gözleniyor hâlâ...
Gelen politikacılara ahlayıp vahlasalar da, "Bugünümüz dünümüzden iyi çok şükür" diye teselli buluyor, "ötekiler"in getireceği kıtlıktan korkuyor ve belediye işçiliğinden gelen imam hatipli Başbakan'a bakıp "Başımızda bizim gibiler var" diye gururlanıyorlar.
Kıt kanaat de geçinseler, tevekkülle berhudar oluyorlar.
Velhasılı mutlulukta da geri kaldık çok.... Mesuduz, ama hâlâ "bulgur-yoğurt" çizgisindeyiz.
Hizayı çok bozmadan, daha yukarıda hizalanabilmeliyiz.

can.dundar[[at]]e-kolay.net