24 Nisan 2007 Salı

Mutlu Toplum Icin Mutlu Bireyler

Yine internetten güzel bir yazıyı paylaşmak istiyorum sizlerle.. Madem biz toplumsal sorunları konuşuyoruz burada, madem birşeylerden şikayetçi olup, birşeylerin düzelmesini istiyoruz; o zaman mutlu bir toplum için mutlu bireylerin çoğalmasına katkı sağlamak durumundayız. Bunun için bu yazıyı iletiyorum sizlere..


Her insan mutlu bir hayat sürmek, kendini mutlu hissetmek ve de huzur içinde ölmek ister. İstemek ile gerçekleştirmek arasındaki fark da işte tam bu noktada devreye girer...

Philip E. Humbert adlı bir psikiyatri profesörü, "İnsanlara mutlu yaşamın anahtarını 10 kuralda toplayacak olsam, hangi deyişleri seçerdim?" diyerek, kapsamlı bir çalışma sonrası bir liste hazırlamış.

Humbert, hayatı işte bu 10 özdeyişin penceresinden keşfetmiş.

*******

1. Kendini tanı (Sokrates) Kendi içinde yolculuk yap. Günlük tut. Kalbin, gönlün, vicdanın NE diyor? Neyi öne çıkarıyor? Dünyaya bilinçli bakmanın yolu başta bu iç yolculuktan geçiyor.

2. Olduğun gibi görün ya DA göründüğün gibi ol (Mevlana) Dürüst ol, adil ol, hakça düsün. İçinden gelen sesin öne çıkardığı değerleri koru. Hayatta bir şeyleri korumak için ayakta kalmazsan, her şey seni düşürür.

3. En yukarıda aşk var (Aziz Paul) Sesi müziğe dönüştüren aşktır. Aşk olmazsa, sevgi ilişkileri yoksa, özen eksikse, hayatın kuru bir daldan farkı kalmaz.

4. Dünyayı hayal gücü döndürür (Albert Einstein) Yaptığımız her şey hayal kurarak başlar. Hayat herkes için; hayalleri gerçekleştirmek ve yapabileceğinin en iyisi, olabileceğinin en güzeli peşinde gitmektir. Bobby Kennedy'nin sözü gibi: Diğerleri dünyaya bakıyor ve "Neden?" diye soruyor. Ben bambaşka bir dünya düşünüyor ve "Neden olmasın?" diye soruyorum

5. Fazla güzellik göz çıkarmaz (Mae West) Güzel hayat doya doya yaşanır. Mutluluk paylaşılır, hayatı sevme hissi coşkuyla beraber gelir. Ruhun müziğinde "Haydi bastır, göster kendini" temposu vardır. Kibir değil, coşku!

6. Fırsatlar yakalandıkça çoğalır (Sun Tzu) Başarı cesaret ister, başlangıçtaki cesaret sonradan inanca dönüşür. İnanç insanlığa daha iyi hizmet arzusuna dönüştüğünde, fırsatlar yelpazesi yukarı bir seviyede tekrar açılır.

7. Ya yap ya yapma. Denemek yok! (Yoda -Yıldız Savaşları) Hayat Seri hareket, karar ve kararlılık gerektirir. Tereddütte kalanlar geride kalır. Hayatın üstüne gitmezseniz, hayat sizin üstünüze gelir.

8. Mükemmellik, ekleyecek bir şey kalmadığında değil, alınacak bir şey kalmadığında oluşur (Antoine de St. Exupery) Hayatınızı basitleştirin. Basite indirge, indirge, bir kere daha indirge... O zaman NE kalıyor ona bak. İstekler listenizi kısa tutun. Kısa tutun ki, odaklanabilesiniz. Güneş ışığına büyüteç tutmak gibi konsantre olmazsanız, hayatı yakamazsınız.

9. Kabiliyet yoksa sanatçı olmaz, AMA çalışılmadıkça kabiliyet hiçbir işe yaramaz (Emile Zola) Ancak akıllı, bilinçli ve odağı şaşmayan çabalar sonrası, olası potansiyelin yapabilecekleri gerçekleşir. Elması yontmadıkça elinizde sadece bir taş parçası vardır.

10. Hayatı yaşamanın iki yolu var. Biri hiçbir şey mucize değilmiş gibi yaşamak... Diğeri her şey mucizeymiş gibi yaşamak (Albert Einstein) Şükretmeyi unutmamak gerek!

Turkce Kullanim Klavuzu Olmayan Urunler

İnternette rastladığım bir yazıdan yola çıkarak sizleri haberdar etmek istiyorum. Günlük hayatta sıkça karışılaştığımız bir problem. Aldığımız ya da alacağımız bir ürünün özelliklerini veya nasıl kullanıldığını öğrenmek isteriz. Ancak kılavuzuna baktığımızda Türkçe açıklamalar göremeyiz. İnatla şekillerden bir şeyler anlamaya çalışırız. İngilizcemiz ne kadarsa o kadarını anlarız. Kılavuzda Türkçe dilinde açıklama görmeyiz ve bunu böyle kabul eder; unutur gideriz.

Türkçe kullanım kılavuzu olmayan ürünleri bildireceğiniz merci olarak bakanlık web adresini kullanın ve http://www.sanayi.gov.tr adresinden Tuketici Sikayetleri bolumune bildirin, duyarsiz sirketlere gereken cezalarin verilmesini saglayin.

Toplumsal

Yaşam Sanatlarının En Güzeli

HENRY Thorean diyorki:

Bir tablo yapmak yahut bir heykele şekil vermek, sanatkarın maddeyi bu kadar güzelleştirebilmesi ne harikulade bir yetenek. Fakat günlük hayatın maddesi olan günleri güzelleştirmek daha da harikuladedir. Sanatkarın en güzeli ve en yükseği budur!

Thoro, bu sözleriyle bize sanatın yalnız resim, müzik, heykel ve edebiyattan oluşmadığını hatırlatıyor. Bir de yaşama sanatı vardır. Bu filozof bizi, Asisli Françoisnın, bir Gandhinin bir Florence Nightingeylin ruhlarının soyluluğu yolu ile günlerinin renksizliğini giderdiklerini hatırlatmaya çağırıyor. Böyle sanatkarlar hiç de az değildir. Yer yüzünde nice iyi niyetli ve asil ruhlu insanlar, farkına varmadan, bir ödül kazanmadan ve aramadan çevrelerine mutluluk saçmaktadırlar.

Hepimiz, hayatımızın herhangi bir anında, bir hastanın odasını, matemli bir evi, felakete uğrayan aileyi aydınlatmayı yahut yalnızlık ve karamsarlık içinde olduğumuz zamanlar,bize ümit aşılamayı bilen dostlara yahut yabancılara rastlamışızdır. Onlar belki de fazla bir şey söylememişler, fakat benliklerinden fışkıran iyilikle bizlere ferahlık vermişler, korkaklara cesaret ve kayıtsız kimselere hayat zevkini aşılamışlardır.

Yaşayışın mutlu veya bahtsız anlarında rastladığımız bu mütevazi ve soylu ruhlu insanlar,kalplerinden taşan cömertlikle, bize de mutluluğu tattırırlar. Dünyanın en yüksek sanatkarları onlardır, çünkü sanatkarın en güzeli olan yaşama sanatı onlara vergidir.

Alıntı

Ne Mutlu ATATÜRK'Ü olanlara!!

Atatürk tüm ulusal değerlerimizin adıdır.
Varlığımızın en anlamlı simgesidir.
Bilincimizin özü, duygu ve düşüncelerimizin özeti, ilkelerimizin kaynağı ve gücüdür.
Yıkılmış yurtta yeni bir devlet kuran, yazgımızı değiştiren, barış içinde uygarlığın aydınlığını yaşatan O'dur.
Ümmet durumundan ulus durumuna gelmemizi, kul olmaktan onurlu, kİşİlikli bireyler olmamızı sağlayan O'dur.
Laikliği yaşama geçirerek anlayışın, hoşgörünün, insanlık, dostluk, kardeşlik ve gerçek vicdan özgürlüğünün ortamını yaratan O'dur.

O'nu din düşmanı gösteren bağnazlarla öyle sanan aldatılmışlar O'nun çabaları sonucu ezan okunacak minare, namaz kılınacak cami bulduklarını unutmamalıdırlar. O olmasaydı, başarmasaydı, düşman çizmeleri altında ezilip gömülecektik. Dini gereksiz elatmalardan, inançsız ve bilgisiz, vatan, ulus, devlet ve bağımsızlık kavramlarının anlamını kavrayamayan akıl ve ahlak dışı kalmış yalancıların elinden kurtararak Tanrısı ile kişiyi başbaşa bırakmayı öğütleyen O'dur. Laikliğin sonsuz yararını tattıran O'dur.

Ortadoğu'nun yürek sızlatan durumu ortadadır. Laiklik ilkesi bağımsızlığımızı, özgürlük ve egemenliğimizi korumamızı, güçlendirmemizi sağlamış,ulusal birliğin dayanağı olmuştur. Toplumsal düzenin, mutluluk ve sağlığın iklimi olarak vazgeçilmesi düşünülmeyecek, bir ilktir. İnsanlığın, bilimin, ve aklın, aydınlık ve çağdaşlığın, demokrasi ve kalkınmanın, saygınlığın ve yüceliğin, erdemin ve onurun temelidir. Ama ne ilkelerini ne de kendisini yeterince anlamış ve anlatmış değiliz.

Günümüzde Atatürk'ü yadsıyanların, Atatürk'e dil uzatanların, yaptıklarını yıkma yarışına girişenlerin varlığı üzücü, dşündürücü, hatta utandırıcı değilmidir? O'nun değerini bilmeyen kişiler neyin değerini bileceklerdir? Din adına kötü söz ve öldürmeye varan sakıncalı eylemler nasıl bağışlanabilir? Yurdu kurtarıp devlet kuran, ulusal birliği sağlayıp barış ve güvenlik içinde uygarlığın ışıklı yollarını çizen insana nasıl saldırılır? Bu kokuşmuşluk, çürümüşlük, değil de nedir? Buna nasıl katlanılır? İş işten geçince, yıkıntının altında kalınca mı kendimize geleceğiz?

Kendini bilen, Atatürk'ü bilmemezlik edemez. Bize adam olmayı, ulus olmayı, birey olmayı öğreten, özgün değerlerin ve seçkin niteliklerin kıvancını duyan bir ölümsüz kaynak olarak O'ndan hız ve güç almalıyız.

NE MUTLU ATATÜRK'Ü OLANLARA!

(Yekta Güngör ÖZDEN- Diş hekimleri birliği dergisi-1990 yazısının bir bölümü...)

22 Nisan 2007 Pazar

Susmak ve Ogrenmek

Hayat Bir İlişkiler Yumağı

Evet hayatımız bir ilişkiler yumağından ibaret. Nasıl ki internet bilgisayarların ağ yoluyla telefon hattı üzerinden birbirleriyle iletişim kurmaları ise yaşamımızda insanların birbirlerini duygular-düşünceler yoluyla algılamaları ve bunlar doğrultusunda birbirlerine davranışları olarak açıklanabilir.

Aslında hayatı basite indirgersek iki insandan yola çıkabilir ve ikili ilişkileri düzenleyebilirsek hayatı kolaylaştırabiliriz. Bir çok öğretmenin de bilmediği şudur ki ailedeki eğitim yirmi öğretmene bedeldir. Bu bakımdan ailedeki öğretmenlerimiz olan anne ve babalarımızın eğitim durumları ya da hayata bakış açıları çok önemlidir. Kimi okumamştır ama engin bir denizdir bakış açısı.. Okuyup da kısıtlamalarıyla ürperten anne-babaları da gördük diğer yandan.

Şimdi ki alıntı yazımızda ise evdeki öğretmen ailenin küçük çocuğu.. Bir deneme olarak kaleme alınmış bir yazıdır. Yazar adı bilinmemektedir. Yazıyı önden kısaca değerlendirecek olursak eğer günlük hayatta bu yazının tersi yaşanmaktadır diyebiliriz. Çünkü anne babalar günümüz şartlarında çocukları için didinirler ve ayakta kalmaya çalışırlar. Ama çocuk anne baba yaşlanınca aynı özveriyi göstermeyebilir. Çok az insan vardır ki çocuğuna ilgisiz kalsın. Eğitim anlamında iyi bir eğitim verilemeyebilir, kötü örnek olunabilir ama gerçekte tüm yaşam savaşı çocuklar içindir. Çocuklar ise kendi evlilik yıllarında en büyük kötülükleri yapabilmekteler ebeveynlerine.. Ama bu durum bu yazının güzelliğini bozmuyor. Güzel bir yazı..


SUSMAK VE ÖĞRENMEK

Bir gün susmayı öğrendim.
Öyle bir sustum ki belki sonsuza kadar susacaktım. Çünkü susmak benim küçücük dünyamda babamla kurduğum iletişim tarzıydı. Babam akşamları eve yorgun dönerdi. Ben bütün gün evde sıkılır onun gelişini iple çekerdim.Daha o kapıdan girer girmez boynuna atılır onunla oynamak isterdim. Babam sarılır, öper sonra da, hadi odana git, derdi. Yemek hazırlanınca annem çağırır bu defa masada bir araya gelirdik babamla.Onlar annemle konuşurken ben araya girer, sesimi duyuramayınca da bağırırdım.

Babam sinirlenir,
'Bütün gün insanlara kafa patlatmaktan bunaldım, birde sen kafamı ütüleme!' derdi.
Annem de
'Bütün gün zaten seninle uğraştım, bir çift laf da mı konuşturtmayacaksın babanla?' diye çıkışır, beni odama gönderirdi.

Çaresiz bir şekilde boynumu büker odama yani hapishaneme doğru yol alırdım. Babam arkamdan, 'Bizim bir odamız bile yoktu, her şeye sahip, hâlâ ne istiyor anlamadım.' diye bağırmaya devam ederdi. 'Keşke benim de bir odam olmasaydı, keşke bizim de evimiz bir odalı olsaydı da hep birlikte otursaydık' derdim içimden; ama yüksek sesle söylemeye cesaret edemezdim.

Yemekten sonra babam kanepeye uzanır, eline kumandayı alır, televizyon seyrederdi. Beni yanına çağırır biraz severdi. Onun izleyeceği önemli birşey varsabeni adeta yerimden bile kıpırdatmazdı. Azıcık hareket edip koşup oynamaya çalışsam oda hapsim yeniden başlardı. Bir gün anladım ki susunca babamla daha iyi anlaşıyoruz. Bu defa susarak yapabileceğim oyunlar geliştirmeye başladım. Önce resim yaparak başladım işe. Babam çizdiğim resimleri çok beğeniyor; 'Bak, böyle uslu uslu oyna işte.' diyordu. Babam bazen göz ucuyla bakıyor, resimle ilgili bir şey sorsam afallıyordu. Ama bana kızarak beni artık odama göndermiyordu. 'Son günlerde ne de akıllandı benim oğlum.' diye komşulara anlatıyordu annem halimi.Resimlerim arttıkça ortalık dağılmaya başladı.

Annem 'Odanı topla!'diye odama kapattığında işe nereden başlayacağımı bilemiyordum. Ben bunlarla uğraşırken zaman geçiyor; ama odamı toparlamayı beceremiyordum. Annem odama gelip 'Bak sana resim yapmayı yasaklayacağım.' dedi bir gün. Susuyor olmamı usluluk olarak değerlendiren ailem resim yapmayı da elimden alırsa ben ne yapacaktım? Bu düşüncelerle bir aile tablosu yaptım. Babam eve gelince uygun zamanı kolladım.

Her zamanki gibi yemekler yendi, odaya geçildi. Babam oturur oturmaz çizdiğim resmi getirdim. Babam baktı. Hım, dedi 'Çok güzel olmuş.Bu adam benim herhalde.' dedi.Ben 'Hayır o adam değil, bu çocuk sensin.'dedim. O 'Hayır, bu adam benim, bu çocuk sensin, bu küçük kız da arkadaşın.'dedi.Ben yine 'Hayır, o büyük adam benim, bu küçük adam sensin, bu küçük kız da annem.' dedim. Babam benimle uğraşmaktan vazgeçip: 'Peki neden bizi küçük çizdin?' dedi. Heyecanla başladım anlatmaya.Ben büyüyüp adam olacağım. İş bulup çalışacağım. Siz yaşlanıp küçüleceksiniz. Beliniz bükülecek, komşumuz Ahmet amca ile Ayşe teyze gibi küçücük kalacaksınız. Ben işten geldiğimde yorgun olacağım. Siz benimle konuşmaya çalıştığınızda işyerinde kafam şişmiş olacağından sizi duymayacağım bile. Siz benimle bir şeyler paylaşmak istediğinizde 'Hadi odanıza çekilin de kafa dinleyeyim.' diyeceğim. Ve bir de bağıracağım 'Her şeylerini alıyorum. Sıcacık odaları da var, daha ne istiyorlar' diye.

Annemle babamın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Duyduklarına inanamıyorlardı. Bana sarılıp beni öyle içten bir okşayışları vardı ki sonsuza kadar konuşsam hiç bıkmadan dinleyecekler gibiydi.

Farkında' Olmalı İnsan...

Kendisinin,
Hayatın Olayların,
Gidişatın Farkında Olmalı
Ömür Dediğin Üç Gündür,
Dün Geldi GeçtiYarın Meçhuldür,
O Halde Ömür Dediğin Bir Gündür,
O Da Bugündür..

Yazarı bilinmiyor..!
Işık sizinle olsun..

21 Nisan 2007 Cumartesi

Devrim Şehidi Kubilay - Menemen Olayı

Kubilay Olayı, diğer ismi ile Menemen olayı sadece bir olay olarak görülüyor. Bir çok kişi bu önemli vakanın sadece isminden haberdar. İsmini bilmeyenler ise cabası.

Menemen Olayı (23 Aralık 1930) henüz yeni olan Türkiye Cumhuriyeti açısından büyük tehlike içerdiğini en başta Atatürk görmüştür. Menemen olayının son tanıkları bugün konuştuklarında çarpıcı olaylar anlatıyorlar. Bunlardan en dikkat çekeni Atatürk'ün Menemen'deki bu irtica faaliyeti sonrası ne zaman İzmir tarafına gelse çok sevdiği İzmir'in bir kenti olan Menemen'e uğramadan yanından geçtiğidir. Bunu anlatan o yıllarda çocuk olan bir tanıktır. Can Dündar'ın Kubilay Olayı yıldönümünde yaptığı ropörtajlarda o günü bizzat yaşayanlar o günü anlatıyorlar.

Yine başka bir kaynağa göre Asteğmen Kubilay Olayı Şeyh Sait isyanından sonraki ikinci büyük gericilik isyanıdır. Cumhuriyet'in gördüğü en önemli olaylardandır. Eğer zamanında bu bastırılamamış olsaydı yurt genelinde irtica hortlayabilir, bitmek bilmemiş Atatürk ve Cumhuriyet karşıtları güçlenebilirdi. Bu önemli olayda Kubilay devrim şehidi olarak simge olmuştur.

Asteğmen Hasan Fehmi Kubilay - Menemen Olayı Devrim Şehidi


Adı Mustafa Fehmi Kubilay. Baba adı Hüseyin, ana adı Zeynep. Giritli bir ailenin çocuğu. 1906 doğumlu. Kubilay bir öğretmen. Cumhuriyet öğretmeni. 1930 yılında İzmir'in Menemen İlçesi'nde askerlik görevini yapıyor. O sırada 24 yaşında. Bu genç insan, Menemen’de 23 Aralık 1930’da şeriat isteyenler tarafından öldürüldü. Olaylara müdahele etmek isteyen iki bekçi de katledildi. Genç Cumhuriyet rejiminin 1925 yılındaki Şeyh Sait isyanından sonra tanık olduğu ikinci önemli irtica olayı, "Menemen Olayı - Kubilay Olayı" olarak tarihe geçti. Menemen olayının izleri toplumsal bellekten hiç silinmedi. Kubilay "devrim şehidi" olarak simgeleşti.




MENEMEN OLAYI
Derviş Mehmet isminde bir yobaz ve altı silahlı arkadaşı 23 Aralık 1930 günü Menemen'e gelmişler ve camiye girerek üzerinde dini ibareler yazılı bir bayrakla, camide bulunanları ve merakla cami önüne toplananları, kendileriyle birlik olmaya davet etmişlerdir.


Derviş Mehmet halka hitap ederek; "Ey Müslümanlar, ne duruyorsunuz; Halife Abdülmecit hududa geldi, Sancak-ı Şerif çıktı, gelin altında toplanalım, şeriat isteyelim" diye bağırmıştır. Gösteriler ve tekbirlerle dini ibareler bulunan bayrağı Hükümet Konağı önündeki meydana dikmişlerdir.

Toplanan halkı dağıtıp bu yobazları yakalamaya, mesleği öğretmenlik olan Yedek Asteğmen Kubilay Bey'in askeri müfrezesi görevlendirilmiştir. Kubilay Bey, şakilere nasihatta bulunarak; yaptıklarının hatalı, sakıncalı ve kötü bir şey olduğunu belirterek vazgeçmelerini ve dağılmalarını söylemiştir. Şakiler buna mavzer kurşunu ile cevap vermişlerdir. Kubilay Bey kendisini korumak için tabancasını çekmiş ise de, bir kurşunla yaralanarak yere düşmüş ve gözleri dönmüş canilerden biri, yaralı Kubilay Bey'in üstüne atılarak boğazından kesip başını gövdesinden ayırmıştır. Bu arada iki mahalle bekçisini de şehit etmişlerdir.

Olay yerine yetişen askeri birlik ve jandarmalar şakilerin teslim olmalarını istemiştir. Bu isteği reddeden yobazlar ateşle karşılık vermişlerdir. Çatışma sonucu Derviş Mehmet ve iki arkadaşı vurularak, ikisi de yaralı ele geçirilmiştir. Diğer ikisi de iki gün sonra yakalanmıştır. Araştırma sonucu; olayın bölgesel bir nitelik taşımadığı, organize bir şebekenin düzenlediği, Cumhuriyet'i yıkmak amacını güden irticai ve siyasi bir hareket olduğu ortaya çıkmıştır. Bunun üzerine Hükümet, Menemen ilçesi ile Manisa ve Balıkesir illerinde bir ay süre ile sıkıyönetim ilan etmiştir. Yakalananlar muhakemeleri sonunda ağır cezalara çarptırılmışlardır.


Atatürk'ün orduya mesajı... 28 Aralık 1930 23 Aralık 1930 Salı günü meydana gelen olay üzerine Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, 28 Aralık’ta orduya başsağlığı mesajı yayınladı. İçişleri
Bakanı Şükrü Bey (Kaya) ile Ordu Komutanı Fahrettin Paşa (Altay), 27 Aralık’ta, İstanbul’a giderek Dolmabahçe Sarayı’nda Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’e olay hakkında bilgi verdiler. Mustafa Kemal Atatürk, 28 Aralık’ta orduya başsağlığı mesajı yayınladı. Atatürk mesajında," Büyük ordunun kahraman genç zabiti ve Cumhuriyetin mefkûreci muallim heyetinin kıymetli uzvu Kublay Bey, temiz kanı ile cumhuriyet hayatiyetini tazelemiş ve kuvvetlendirmiş olacaktır" dedi. Atatürk, "Mürtecilerin (gericilerin) gösterdiği vahşet karşısında Menemen’deki ahaliden bazılarının alkışla tasvipkar bulunmalarının bütün cumhuriyetçi ve vatanperverler için utanılacak bir hadise" olduğunu belirtti. Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa da aynı tarihte yayımladığı bir tamim ile Atatürk'ün mesajını orduya tebliğ etti.

Kubilay anılıyor / 23.12.2005 - Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, ”Menemen Olayı”nı “Cumhuriyete başkaldırı” olarak nitelendirerek, ”Kubilay'ı acımasızca katledenlerin temsil ettikleri zihniyetin ve günümüzdeki uzantılarının çok iyi değerlendirilmesi gerekmektedir” dedi.

Sezer, Kubilay'ın şehit edilişinin 75. yılı dolayısıyla bir mesaj yayımladı. Cumhurbaşkanlığı Basın Merkezi'nden yapılan açıklamaya göre, Sezer, Yüce Atatürk'ün önderliğinde kurulan cumhuriyetin, karanlıktan aydınlığa, dogmalardan bilimselliği ve akılcılığa, bağnazlıktan çağdaşlığa, imparatorluktan ulus devlete ve kulluktan yurttaşlığa geçişin simgesi olduğunu kaydetti. Türk ulusunun, cumhuriyetin ilanı ile dünyadaki saygın yerini aldığını, din, inanç, etnik köken ayrımı olmaksızın tüm yurttaşlarıyla, birlik içinde aydınlık yarınlara yöneldiğini ifade eden Sezer, din ve devlet işlerinin ayrılarak, kutsal din duygularının siyasal amaçlarla kötüye kullanılmasının önlenmesinin, cumhuriyet yönetiminin temel yaklaşımlarından biri olduğunu ifade etti.

Sezer, Türkiye Cumhuriyeti'nin, bir yandan uygar dünyayla bütünleşme yolunda ilerlerken, öte yandan cumhuriyetin dayandığı değerler sistemine yönelen tehditlere, Atatürk devrimlerini içine sindiremeyen çevrelere karşı da kararlı bir savaşım vermek durumunda kaldığını kaydetti.
Sezer, şöyle devam etti: “23 Aralık 1930 günü Menemen'de bir grup gericinin gerçekleştirdiği eylem, cumhuriyet karşıtlarının çirkin yüzlerini göstermesi yönünden ibretle anımsanması gereken bir olaydır. Cumhuriyete başkaldırı niteliğindeki Menemen olayı, tarihimizdeki en acı olaylardan biridir. Menemen'de asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay'ı acımasızca katledenlerin temsil ettikleri zihniyetin ve günümüzdeki uzantılarının çok iyi değerlendirilmesi gerekmektedir. Menemen'de şehit olan Mustafa Fehmi Kubilay, Türkiye Cumhuriyeti'nin bağnazlığa ve karanlık düşüncelere karşı başlattığı savaşımın simgesi olmuş, cumhuriyete sahip çıkılması uğrunda canını ortaya koyarak yurttaşlarımızın gönlünde ölümsüzleşmiştir. Kubilay, onurlu girişimiyle cumhuriyetin tüm kazanımlarıyla korunacağının en somut örneği olarak tarihimizdeki saygın yerini almıştır.”

Kubilay'ın şehit edilmesinin, ülkenin her köşesinde kınandığını, yurttaşların cumhuriyete bağlılıklarını ve inançlarını güçlendirdiğini ifade eden Sezer, şunları kaydetti: “Bağnaz düşüncelerin birey, toplum ve devlet yaşamını etkilememesi için duyarlı olmalı, Türkiye Cumhuriyeti'nin hedeflerini gerçekleştirmesi yolunda ilerici atılımları ilk günkü bilinçle sürdürmeliyiz. Cumhuriyetin felsefesi, Atatürk ilke ve devrimleri için tehdit oluşturan düşünce ve girişimler, Türk ulusunun duyarlılığı ve sağduyusu ile kurumlarımızın kararlılığı sayesinde hiçbir zaman amaçlarına ulaşamayacaklardır.Türk ulusunun Yüce Atatürk'ün aydınlattığı yolda ilerleyeceğinden, cumhuriyetimize, ulusal değerlerimize bağlılığını her koşulda göstereceğinden kuşku duyulmamalıdır.” Sezer, Mustafa Fehmi Kubilay'ı şehit edilişinin 75. yıldönümünde saygıyla andığını belirtti.

Dündar'ın sitesinden Genelkurmayın "Arşiv Belgeleriyle Menemen Olayı" (Word dosyası şeklinde): İNDİR

Can Dündar'ın sayfasında resmi belgelere ulaşabilirsiniz. Bu belgelerde olay yerinde tutulan doktor zaptı da yer almaktadır. Arşiv belgelerine ve olayın tanıklarına Can Dündar sayesinde ulaşabiliyoruz.

Can Dündar'ın 24 Aralık 2005 tarihli yazısı:

Menemen belgeleri ve tanıkları...

10 yıl önce, "Gölgedekiler" belgesel serisinin çekimi için gittim Menemen'e...Tarihin gölgede kalmış şahsiyetlerini inceliyorduk.O bölümde konumuz, Fethi Okyar'dı...Fethi Bey, 1930 yazında Paris büyükelçisiyken tatil için Türkiye'ye gelmiş, Atatürk'ü görmeye Yalova'ya gitmişti.Gazi, o günlerde henüz 7 yaşındaki Cumhuriyet'in içine düştüğü ekonomik bunalımın derdindeydi. Geçen 7 yıla Cumhuriyet, laiklik, şapka kanunu, harf değişikliği, medeni kanun, Şark isyanı sığmış, zihinler allak bullak olmuştu.

Yalova'da çocukluk arkadaşı Okyar'a bir muhalif parti kurmasını teklif etti. Türkiye'nin Batı'daki "Tek adam diktatörlüğü" görüntüsünü silmek istiyordu."Serbest Fırka", fikren o gece kuruldu.99 günlük maceraParti kurulur kurulmaz huzursuz kitleler Fethi Bey'e yöneldi. Hiç istemeden girdiği siyaset oyunu, onu başrole sürüklüyordu.Kuruluştan 3 hafta sonraki İzmir mitingi görkemli geçti. Parti, çok partili ilk yerel seçimde büyük başarı elde etti.Bu, muhtemelen Gazi'nin dahi beklemediği bir ihtimaldi.

Ata, devrimlerin tehlikeye gireceğini sezince tarafsız Cumhurbaşkanı statüsünü terk edip CHP'ye sahip çıktı.Fethi Bey, kuruluşundan 99 gün sonra, 17 Kasım 1930'da Serbest Fırka'yı feshetmek zorunda kaldı.Gazi ise halkın tepkisini yoklamak üzere bir yurt gezisine çıktı.Nakşi MehdiKubilay'ın katli, işte tam o gergin döneme rastlar.

Dün, Kubilay'ın törenlerle anıldığı Menemen'i anlamak için dönemin psikolojisini bilmekte yarar vardır.Çekim için Menemen'e gittiğimizde olayın son tanıkları henüz hayattaydı. Onları bulup konuşturduk. Olayın Menemen'le hiç ilgisi olmadığını anlatmakla geçmişti hayatları... Kubilay'a kıyanlar Menemenli değildi çünkü...Bir Nakşi şeyhinin müridi olan 6 esrarkeşti bunlar...Bağ budama mevsimi Manisa'dan Menemen'e gelip sabah namazına dek esrar çekmiş, bıçak bilemişlerdi.Sabah ezanı okununca Giritli Mehmet "Mehdi"liğini ilan etmiş, yeşil sancağı mihraptan kaptığı gibi meydana çıkıp bağırmıştı:"Müslüman'ım diyen sancağımızın altında toplansın!""Şeriat istiyoruz"Orada iki bekçiyi şehit ettiler.

Kızıyla görüştüğümüz Posta Müdürü Hüseyin Sabri, hemen durumu Alay'a bildirdi ve az sonra 24 yaşındaki asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay bir manga askerle çıkageldi.Sonrasını tanıklardan dinledik:Kubilay'ın "Ne istiyorsunuz" diye göstericilerin üstüne yürümesini, "Şeriat istiyoruz" cevabını tokatla karşılamasını, Meczuplardan birinin tüfeğinden çıkan kurşunla yaralanmasını, Yaralı olarak sığındığı cami avlusunda isyancılarca yakalanmasını,Bağ bıçağıyla boğazının kesilmesini...Kesik başın yeşil sancağın tepesine dikilmesini...

Kitle psikolojisinin devreye girmesini...Olup biteni seyreden ahalinin, (ne kadarı korkudan, ne kadarı sempatiden bilinmez) alkışlarla kesik başlı sancağın peşine düşmesini...Ve meydana yerleştirilen mitralyöz ateşiyle isyancıların öldürülmesini...28 idamSonrası malum:Atatürk'ün "Bundan bütün Menemen sorumludur. Bunun cezasını sadece hainler değil, hepsi en ağır şekilde çekmelidir" diyerek Menemen'i "Lanetlenmiş şehir" ilan etmesinden, hatta boşaltılıp ibret için yakılmasını düşünmesinden sonra bölgede sıkıyönetim ilan edildi. Zafer ilkokulu askeri mahkeme haline getirildi.

General Mustafa Muğlalı'nın yönettiği Divan-ı Harp mahkemesinde 144 Menemenli yargılandı.1 numaralı sanık, İstanbul'dan sedyeyle getirilen 90 yaşındaki Nakşi Şeyhi Esat Efendi'ydi. Duruşmalar sırasında hastanede öldü.Mahkeme 2 haftada bitti.37 idam çıktı. İsyancılara sigara satan, ip veren, alkış tutanlar idama mahkûm olmuştu.9 hükümlü yaşları küçük olduğu için affedildi.28'i Menemen meydanında idam edildi.Ve Meclis'te fatura, Fethi Bey'e kesildi.Çünkü Menemen'de yerel seçimi Serbest Fırka kazanmıştı."Menemen'in son tanıklar"ı yarın konuşacak.Ve dilerim bu tanıklıklarla, tarihimizin bu çok önemli sayfası biraz daha aydınlanacak.
* * * * *

Can Dündar'ın 25 Aralık 2005 tarihli yazısı:

Menemen'in son tanıkları anlatıyor:
"'70 bin Arap geliyor' dediler. Korktuk. Alkışladık"
Menemen'de Kubilay'ın katledilişine tanıklık edenlerle 10 yıl önce bir belgesel için görüşmüştüm. Belgeselde kısaca yer verebildiğimiz bu tanıklıkları bugün, Kubilay'ın katledilişinin 75'inci yılında ilk kez yayımlıyoruz

SAMİ ÖZYILMAZ

"Kubilay 'Hücum' dese hepsi süngünün ucunda kalırdı"Eniştem bakkaldı. Sabah dükkanı açmış. 'Menemen'in etrafını 70 bin Arap'ın çevirdiğini' duymuş. Eniştem 'Gel dükkanı kapatalım' diye beni kaldırdı. Dükkanı kapattık. O eve gitti. Ben Hükümet'in (Vilayet'in) önüne gittim. 6-7 kişi vardı orada... Normal adamlardı, kafaları kasketli, omuzlarında çanta var. Birinin eli silahlı... Ellerinde bir bayrak... Musabey köyünün Çarşı Camii'nden almışlar sabah namazında... 'Öğlene kadar o bayrağın altından geçen geçecek, geçmeyen kılıçtan geçecek' diyorlarmış.

Millet etraflarını çevirmiş. Ben köşeden onlara bakıyorum. Epey durdular. Hükümet tarafından ya da büyüklerden kaymakam, hoca falan gelse, sivillere 'Yakalayın bu adamları' dese, yakalarlardı. Ondan sonra telefon ettiler Alay'a... Bir manga asker geldi karşı sokaktan... Asker süngüyü taktı. Siviller açıldı. Orada Kubilay askere süngüyü taktıktan sonra 'Hücum' dese, hepsi süngünün ucunda kalacaktı. Bir silah patladı. Bir tek el ateş edildi. Kubilay ayağından vuruldu. Asker geri kaçtı. Millet kaçıştı. Kubilay önce Hükümet'e giriyor, kapılar kapalı. Oradan geri, camiye dönüyor, cami avlusundaki taşın dibinde düşüyor. Bunlar da gidip başını kesiyorlar. Sonra askere telefon ediyorlar Hükümet'ten...

Asker geliyor. Kahveden onlara makineleri tüfeklerle ateş ediyor. Hepsi esrarkeşmiş zaten. Asker hepsini vurdu, yalnız bir tanesi kaçtı, onu gördüm. Sonra bütün cesetleri topladılar oraya... Halk toplandı, jandarmalar, subaylar geldi, ölülerin torbalarından esrar çıktı, parça parça... Ben de esrarı ilk orada gördüm. Cesetleri kamyonlarla götürdüler. Sonra sıkıyönetim oldu. Kaçan adamı bulmak için haftalarca nöbet tuttuk. Evleri aradılar tek tek... Manisa'da bulundu. Bir oduncunun ekmek torbasını almış. Oduncu da ihbar etmiş, yakalanmış orada... 28-29 gün sonra...

Mahkemeye getirdiler. Adama bizi gösterip 'Bunlardan kimse var mıydı?' diye sordular. O da bakıp 'Bu vardı', 'Bu yoktu' diyordu. 'Var' dese yandın. Ben şofördüm. Mahkemenin emrinde akşam iki araba nöbet bekliyorduk. Adam kimin ismini söylediyse 'Getirin' diye telefon ediyorlardı. Getiriyorduk, içeride mahkeme ediyorlardı.Onların asılacağı gün, nöbet yine bendeydi. Korkudan otomobilin dışına çıkmıyordum. Hep seyrettik, üzüldük. Hükümet'in altında Birincieller'in evi var, önce onu astılar: Manisalı Hocazade Ahmet Efendi... Astıktan sonra önüne ismini asıyorlar. Ondan sonra geldik akasyaların altında birini astılar. Sonra Ali Efendi'yi tütün satılan barakanın yanında astılar. Adamlara mecburen cigara satan Molla Osman'ı astılar. O çok bağırdı asılırken 'Kurtarın' diye, askerler vaziyet aldı. Ondan sonra sırayla asıldı, asıldı, ta çarşının içine kadar hepsini gördüm.Kamyonlarla atıp mezara götürdüler öğlene kadar...

Bence asılanlar içinde suçlu olan yoktu. 6-7 tane sarhoşun işi... Bunlar içinde Menemen'den bir Gazozcu Abbas vardı, bir de Kubilay'ın kafasını bayrağa asmakta kullandıkları urganı elinden aldıkları çocuk...Olaydan sonra bizi caminin önünde topladılar. Sivil birkaç kişi vardı, bir de alay komutanı paşa... Orada gözlüklü bir sivil "Menemen'i toprak halinde (yerle bir) görseydim, iftihar ederdim" dedi. Bunlar gelmeden Menemen'de gericilik yoktu. Ama parti meselesi vardı. Serbest Fırka kazanmıştı. Onun intikamı mı, bilmem. Bildiğim şu ki Menemen'in bu işte hiçbir suçu yok. Zaten içlerinde Menemenli de yok."
* * *

SABAHAT ERKAL

"Atatürk geçerken pencereyi açmazdı"Babam Sabri Bey, Seferihisar'dan Menemen'e posta müdürü olarak atandı. İlkokulu bitirince 14 yaşında postanede çalışmaya başladım. Kubilay okulunun karşısındaki bir Rum evinde oturuyorduk. Menemen mutaassıp küçük bir kasabaydı. Biraz gericiliği vardı.

Mesela şapkaya karşı çok düşmanlık vardı. 'Şapkayı gavurlar giyiyor, biz nasıl giyeriz?' derlerdi.O gün babam sabah 5'te postaneye gitmiş. Kahvenin önünde 6 kişinin hu çektiğini görmüş. Bunlar esrarkeşmiş, içip içip köylerden silah bıçak topluyorlar, şehre girince 'Biz mehdiyiz. Arkamızda 70 bin kişi var, Müslümansanız bu bayrağın altından geçin, yoksa kurtulamazsınız' falan diyorlarmış. Babam Kaymakam'ın evine gidip durumu anlatmış. Alay Kumandanı'na gitmişler. Kumandan, hemen 'Cephane alın ve Hükümet meydanına gidin' diye emir vermiş. Kubilay'ı görevlendirmişler.

Kubilay bir manga askerle meydana gitmiş. Gençlikten olsa gerek, hemen 'Ne istiyorsunuz?' diye birinin yakasına yapışmış. Fakat içlerinden biri silahı ateşleyince Kubilay ayağından vurulmuş. Askerler de ellerinde süngü olduğu halde kaçmışlar. Kubilay sürüne sürüne yakındaki camiye kaçmış, musalla taşına yaklaştığı sırada Mehmet'lerden birisi (bunlar dört Mehmet, iki Zeki idi) gidip bağ bıçağıyla kafasını kesmiş. Civardaki dükkanlardan sopa, ip istemişler. Kafayı sopanın ucuna asmışlar. 'Biz mehdiyiz' deyince halk da inanmış.

Biz pencereden seyrediyorduk, geçenler kaçışırken 'Kafayı değneğin ucuna takmışlar, gözlerini açıp kapatıyor' diyordu, çok fena oluyorduk. Böyle bir kargaşa... O sırada babam geldi eve, anneme 'Kadriye, siz hemen ev sahibinin evine geçin, memur ailelerine karşı bir hareket var' dedi. Bu arada iki bekçi de vurulmuştu. Kubilay'ın cenazesinde onlar da vardı arkada...Adamlar, 'Arkamızda 70 bin kişi var' dediğinden çalılar, bağlar, her yer arandı. Hatta komutan tepelere toplar, tüfekler yerleştirdi. Şimdiki Kubilay İlkokulu'na kurulan Divan-ı Harp mahkemesinde ben şahitlerin ifadesini yazıyordum. Köyden gelen adamlara, hocalara 'Allahınız kim?' diye soruyorlardı. Onlar da 'İstanbul'da Esat Hoca' diyordu. Mehdi diye bunlara tapmışlar.Esat Hoca'yı İstanbul'dan sedyeyle getirdiler. 90 yaşındaydı, eceliyle ölür diye asmadılar. Zaten çok yaşamadı, öldü.

İdam edilecekleri gün babam dışarı çıkmadı, bizi de çıkarmadı. İbret için ortalığa asmışlar. Asılanlar içinde adamlara sigara, kazma, ip verenler de vardı. Babama durumu haber verdiği için İçişleri Bakanlığı takdirname verdi. Maaşına zam yapıldı. Sonradan duyduk ki, Atatürk Manisa, Menemen çevresinden trenle geçerken penceresini bile açmazmış. Biz istasyona giderdik onu görelim diye, göremezdik."
* * *
MUSTAFA ŞENGÖNÜL

Ben Menemen'de marangoz çırağıydım. Dükkanı açmaya gittim. Karşımda uncu Mehmet Efendi vardı. Belediye Meclis üyesiydi. Bana 'Dükkanı açma, eve git. Çarşıda bir karışıklık var' dedi. 'İzmir'den 70 bin kişi harekete geçti. Burayı işgal edeceklermiş' diye duyduk. Ben dükkanı açmadan döndüm. Ama sonra meraktan geri gittim. Köşeden baktım, direğin etrafında 7-8 kişinin döndüğünü gördüm. Menemenli değillerdi. Bazısı sakallı. Aralarında genç olanlar da vardı. Bozalan'da kazandıkları parayla esrar alıp içmişler diye duyduk sonradan... Ellerinde silah vardı.Bekçi Hasan'ı kafasından vurdular. Yere düştü. O zaman millet kaçtı. O ara Kubilay alaydan bir manga askerle gelmiş. Ben Kubilay'ı tanıyordum. Bizim mahallede otururdu, yüksekte, Dermandağı'nda ev tuttuydu, gidip dönerken bizim evin önünden geçerdi. Uzun boyluydu.

Kubilay askeri yolun kenarına bırakmış, adamların yanına gitmiş.'Ne yapıyorsunuz burada?' diye sormuş. Adamlardan birine tokat atmış. Bunun üzerine ateş etmişler Kubilay'a, yaralanıp yere düşmüş. Silah patlayınca asker kaçmış. Cephanesizmiş. Kubilay sürüne sürüne cami avlusuna girmiş. Arkadan gelip kafasını kesmişler. Ben kanları gördüm sonradan... Karşıda eskici Kamil vardı ondan ip alıp kafasını bayrağın üstüne bağlamışlar.

Fabrikada çalışan bir Musevi vardı, oradan geçerken 'Sen de bayrağın altından geç' dediler. Bayrağın altından onu da geçirdiler. Karşıda Molla Osman'ın çalıştığı bir büfe vardı, ondan sigara aldılar. Sonra ahaliye mecburi alkış yaptırdılar. Millet '70 bin kişi geliyor' korkusundan yaptı. Hepimiz korktuk. Meğer adamlar sarhoşken böyle demişler, hepsi yalanmış. Ordu, haber alınca geldi. Kahvenin oraya mitralyözü koydular, bunlara ateş ettiler, kimi yaralandı, kimi öldü. Manisalı genç olan, mezbahanın oradan kaçtı. Sonra sokağa çıkma yasağı kondu. Şimdiki Kubilay okulunun orada mahkeme oldu. Her gün benim dükkanın önünden geçiyorlardı. 4-5 jandarma bir kişiyi götürüyordu. Elleri kelepçeliydi. Sakalları uzamıştı.İstanbul'dan bir şeyh geldi, o da mahkemelik oldu. Bunların asılacağı gece 'Yarın hepimiz asılıyoruz' demiş, kendisi de o gece mahpusta ölmüş. Ben hepsinin asıldığını gördüm. Sabah geldiğimde caminin yanından Kabak Pazarı'na kadar 8-10 kişi vardı. İstasyonda 7 kişi vardı. Tren yolunda böyle boydan boya asılmışlardı. Kamil de istasyonda asılmıştı. Önlerinde bir kağıt vardı, ne suçu olduğu yazılıydı.

Manisalı bir çocuk, Kubbeli bakkalın önünde asılmıştı. Suçsuz olanlar da asıldı. 'Neden sigara verdin?', 'Neden ip verdin?' diye Kamil'le Molla Osman'ı astılar. Halbuki Menemen içinden o hadiseye karışan kimse yoktu. Sonradan bir emir gelmiş 'Menemen'i yakın' diye. Onu duydum. Korktuk tabii... Manisa'dan her sene otobüslerle gelip miting yapmaya başladılar. Çok şeyler söylediler bize, ama katlandık. Çünkü Menemenlilerin bu işte zerrece günahı olmadığını onlar da bilmiyordu."

Kaynaklar
Can Dündar Resmi Web Sitesi
Anadolu Dergisi
Derleyen Toplumsal

Vatan için mi? - Can Dündar


Değerli Can Dündar'ın yazılarını paylaşmamak olmaz. Toplumsal duyarlılık diyince aklıma gelen kişilerden birisi de Can Dündar'dır. Uzun yıllar daha kalemi elinden bırakmayacak, genç bir kalem olması çok sevindirici... Topluma için yazdıklarına teşekkürler...


Vatan için mi?


Malatya kurbanlarına ağlamak yetmez. Malatya canilerini lanetlemek de yetmez.Fanatizmin "bindirilmiş kıtalar"ının yayınevi basıp havari gırtlağı kesmesi, daha derin bir hesaplaşmaya zorluyor bizi...Hesaplaşılacak şey, yakalanan şüphelinin ilk ifadesinde gizli:"Vatan için yaptık!" Bazen milleti derlemek, bazen muhalefeti ezmek için kullanılan "Vatan elden gidiyor" paranoyasının zehirli meyvesidir bu...Ne yazık ki pek çok cinayete kılavuzluk yapmıştır.Pek çok beraate de kapı açmıştır.

"Vatan için" bahanesi, otel kundaklamaktan yazar boğazlamaya, kurşunla Milli Takım zaferi kutlamaktan rahip vurmaya kadar her tür suça kılıf olabilen bir örtüye dönüştü.Sonunda en çok vatana zarar veren bir örtüye...

***Şu son "Misyonerler geliyor" dolduruşunu ele alın; kimler yok ki bu garip koalisyonun içinde:Fanatik milliyetçiler...Yobaz dinciler...Kışkırtıcı yerel gazeteler...Adında "sol" lakabı taşıyan bazı partiler...Ve bazı "Atatürk milliyetçileri"..."Hıristiyan misyonerlik aldı başını gidiyor" diyen teyakkuz borusu en son hangi kürsüden çalındı hatırlıyor musunuz?Ne yazık ki 14 Nisan'da Tandoğan kürsüsünden...

***Ece Temelkuran dün burada "miting sonrası solun sıkışıklığı"nı yazdı. Onun bıraktığı yerden devam edeyim:Ben de mitingdekilerin çoğunun, yaşama biçimlerinin zorla değiştirileceği endişesiyle ve vicdani bir tepkiyle oraya giden samimi yurtseverler olduğuna inanıyorum. Ama kürsüden "vatan için" yapılan "Misyonerlik aldı başını gidiyor" uyarısıyla Malatya'daki katliam haberini 4 gün arayla okuyunca mitingin yanlış yönlendirildiğini düşünüyorum. Vakit gazetesinde bir gün önce "Hıristiyan" diye acımasızca hedef gösterilen Atatürkçü çevrelerin "Hıristiyanlık yayılıyor" diye başkalarını hedef göstermesine hayret ediyorum.

***Sözüm, Ankara'da kaygıyla, coşkuyla yürüyen yüz binleredir:"Vatan için" misyoner boğazlayan mürteciler kadar, "vatanı korumak için" onları azmettirenlerle de mücadele etmeliyiz. "Devleti kollama" adına "gâvur" gırtlağı kesenlerle savaştığımız kadar, "Devleti kolluyorlar" diye katillerin sırtını sıvazlayanlarla da savaşmalıyız."Minareleri süngü" gibi gören dini ideolojiyle hesaplaştığımız kadar, "komünizm tehdidi"nin karşısına "dini taassubu" koyacağım diye ders kitaplarına, cami vaazlarına, meydan nutuklarına dini telkin ve husumet sokuşturan askeri rejim liderleri ve hakim ideolojiyle de hesaplaşmalıyız. "Haçlı seferi" saldırganlığına karşı koyduğumuz gibi, Patrikhane düşmanlığına da karşı koymalıyız. Gericiliğe karşı çıktığımız gibi, gericilik korkusunu iktidar aracı olarak kullanan, Kuran-bayrak-silaha el basan yeminli darbecilere de karşı çıkmalıyız.Bayrak yakan kışkırtıcılarla olduğu gibi, bayrağı yolsuzluklarına kılıf, hegemonyalarına zırh yapanlarla da savaşmalıyız. Etnik, ırkçı, dinci ayrımcılığa tavır aldığı kadar, farklı kimlikleri, inanç gruplarını dışlayanlara da tavır almalıyız.

***"Vatan için" bahanesinin hiçbir cinayeti mazur gösteremeyeceğini, tersine özünde vatanı yaralayacağını belletmeden bu fanatizmle baş edemeyiz. Vatanı, sahte "vatanperverler"in; inancı, kanlı katillerin elinden kurtarmak...En zoru bu olacaktır.
Yıllar önce Can Dündar'ın yazılarının yayınlanması konusunda asistanı ile görüşüldüğünde şu bilgi alınmıştır: "İnternette yayınlanan bir çok yazı Can Dündar imzalı görünüyor. Yazmadıklarında bile altında adı var. Bu hukuksal problem çıkarabileceği için ileride bize hangi yazısını yayınladığınızı iletirseniz sorun olmaz."
Yazarın yazıları Milliyet.com.tr adresinden alınmıştır. Toplumsal

20 Nisan 2007 Cuma

Yetim-Hane Cocukları

Yine güzel yazı..


Doğulan coğrafyaya mı kızasınız, yoksa sizi doğuranlara mı, yoksa sizi doğuranların yaşam koşullarına mı? Bunu siz belirlemediniz elbet. Kiminiz bu bölgenin bir köyünde, çeşme başı görüşmelerin, düğünlerde elele tutuşmaların heyecanını derinden yaşayan temiz aşıkların çocuklarıydınız; kiminiz feodalitenin değişmez yasaları altında gizli yaşanan ilişkilerin gizlenmiş çocuklarıydınız; kiminiz aşiret kavgalarında yok edilen canların geride bırakılan sahipsizleriydiniz; kiminiz sizin geleceğinizi özgürlükte gören ve bu uğurda ölenlerin eserleriydiniz. Kiminiz ise sizi hiç düşünmeyen ve gücünü sizi dünyaya getirmekle kanıtlamaya çalışan posbıyıklar arasındaki üretimler oldunuz sadece. Siz belirlemediniz annenizi, babanızı ya da doğacağınız yeri. Dünyaya gözlerinizi bir an önce açmak için sabırsızlandınız anne karnında. Sonra da sıcak bir çığlık atarak çıplak ve yumuşak bedeninizle selam verdiniz dünyaya. Ne olacağını ve ne yaşayacağınızı bilmeden.

Öyle bir coğrafyada doğduğunuz ki aslında ilk ayak basan insanın topraklarıydı coğrafya. İlk insana dair insanca suçların cezalandırıldığı topraklar. Suç ve ceza kavramının ilk yaşandığı topraklarda doğmak şanstı sizin için. Sonraki bin yıllarda suçları ortadan kaldırabilecek tecrübeye sahip olduğu için. Ama siz suç olmaktan çıkmış insani istemlerinde suçlaştırıldığı bir dönemin çocukları oldunuz maalesef. Adem'den bu yana hep ceza gördü bu coğrafya ve bu ceza karmaşasını minik bedenleriniz kaldıramazdı elbet. Hele de bu suçlulaştırma sisteminin sizi de hedef tahtasına koyacağını nerden bilebilirdiniz? Ya da sizi dünyaya getiren anne ve babanızdan yoksun yaşamanız gerektiğini bilmiyordunuz elbet.

Bu coğrafyada doğmak şans iken sizin için şanssızlığa dönüştü çocuklar. Ama bu şansızlık size coğrafyanın ya da ayak bastığınız toprakların tavrı değil, bu coğrafyaya çöken kara bulutların rüzgarıydı. Bu topraklara çöken kara bulutların yasaları sizin anne ve babanızdan kopmanızı, ihtiyacınız olan sevgiyi ise sevgisizlerin eline sizi teslim ederek bulmanıza sizi mecbur kıldı. Adınıza da yetim dedi. Bu coğrafyanın en eski halkındandı anne ve babalarınız. Sizin gibi dünyaya gelmiş olan ve anne-babasıyla birlikte yaşayan ama hak ettiği sevgiyi göremeyen o kadar çok çocuk var ki. Bu coğrafyanın en kadim halkı, en kadim sevgileri de bilir. Ama bu derin sevgiyi çocuklarına aktaramayan, arasına 9 metrelik duvarlar örülen nice anne ve babalar oldu. Ya da sizden biraz büyükleriniz anne ve baba sevgisine doymadan amacı belli olmayan mayınlarda bıraktılar çocuk bedenlerini. Ya da birkaç yaş büyükleriniz, kendilerini bu coğrafyanın acımasız yokluğunda mendil satarken buldular; durmadan bu bölgeye kırmızı çizgilerini kanıtlamaya çalışan siyasetçilerin, kırmızı ışıkta duran arabalara mendil satan çocukları görmediği bir coğrafyada. Yine de sizin yaşamadığınızı yaşadılar. Anne ve babalarının ten kokularını çektiler burunlarına. İşte sizi diğer çocuklardan ayıran en büyük gerçek bu. Yetim diyorlar size yetimleşmiş duygulular. Sevgisiz yüreklerin yetim bıraktığı duygular arasında büyümek en büyük şansızlığınız aslında. Sizin bu ellere teslim oluşunuzu izleyen bizler de şansızlığınızın diğer bir boyutunu oluşturmaktayız. Kocaman amcalarınız toplu mezarlarda çıkarken, yaşıtlarınız kurşunlara hedef olurken siz sahipsiz bırakılmış olanların nelere maruz kalacağını kestirmek zor değil aslında. Ama yine de sizi teslim ettik onlara ve uzaktan izledik çocuklar. Diyarbakır'da çocuk olmak şansızlık sizin için. Ama Diyarbakır'da yetim olmak asıl şansızlığınız çocuklar. Yetim bırakılmaya çalışılan bir kentin içinde yetim olmak. Yetimhane denilen yerlerde sizden 40 çocuk kayboldu birden. Belki de kaybolduğunuz yeni fark edildi. Kayıplar kentinde, dünyanın en sıkı güvenliğinin olduğu bu şehirde kaybolanlara siz de minik bedenlerinizle dahil oldunuz. Kayboldunuz, kaybettirildiniz ve kaybolduk. Yetimleşmiş duyguluların sisteminde yetim olmak da size düştü ya çocuklar. Aslolan sevgiden yetim bıraktığımız duygularımızdır. Aslolan size sahip çıkamayan yüreklerimizdir. Aslolan sizi yitip giden yarınlar olarak göremeyen beyinlerimizdir. Aslolan kaybolan çoçukların bir haber arasında sıkışıp kalmasıdır. Ve aslolan çocuklar size el uzatan utanmazlara sizi teslim edişimizin utancıdır.

Yazar: Tuncay Korkmaz / Kaynak Site

Toplumumuz ve Yetiştirme Yurtları






Üniversite yıllarımda ve askerlik yaptığım dönemde yetiştirme yurtları ile sürekli bir temasım oldu. Okul yıllarında okumakta olduğum şehirin yetiştirme yurdu, kaldığımız evin hemen arkasındaydı. Eve gidip gelirken mutlaka yurtta kalan öğrencilerle karşılaşırdım. Bunun dışında staj yaptığım ilköğretim okullarında da sınıflara serpiştirilmiş, bakınca yurtta kaldığını kolayca anlayabileceğiniz bu çocukları sıkça görüyordum. Okullardaki çocukların yüzlerinden ve davranışlarından dolayı yurtta yetişen çocuklar hakkında bazı fikirler edinmiş oldum. Kısa saçları ve yere bakan, dalıp giden gözleri ile kimsesiz çocuklarımız hemen belli ediyorlar kendilerini. Genelde arka sıralarda oturtulurlar. Sevgiye aç, şefkatten uzak bir yaşamları vardır. Daha gün yüzü görmemiş bu yürekler ne bilsin eğitimi, ne bilsin öğretimi..

Bir sınıfta gözlerimle gördüğüm bir anı aktaracağım.. Öğretmen velilere iletilmek üzere bir kağıt dağıtıyordu öğencilere. Yurtta kalanlara ise müdürlerine iletmeleri için kağıt verecekti. Bir tane yurtta kalan çocuğa kağıdı kendisi katladı ve kaybetmemesi için yanına çağırarak kendisi kızın cebine koydu. Bu işi çocuğun yerine yapması, cebini açması, kağıdı koyduktan sonra kapatması çocukta şefkat hissi uyandırmış olmalı ki çocuğun gözleri ışıdı bir anda. Öğretmenin onunla ilgilendiğini gördü ve sevindi yavrucak. Ben mümkün oldukça onların yanına otururdum gözlem derslerinde. Sohbet etmeye çalışırdım. Arada sırada saçlarını okşardım. Yüzlerindeki mutluluğu hissetmemek imkansız olurdu. Yanımdaki kalemlerimi ise sıralarında unuturdum gün sonunda :)

Askerlik zamanlarımda ise sorumlu olduğumuz ilçedeki Çocuk Esirgeme Kurumu ile ilgili olaylar olunca gidip gelirdik buraya. Yine sizlere bir örnek veriyorum :)

Bir telefon aldık ve iki kız öğrencinin yurtta olmadığı, kayıp olduğu bilgisi verildi. Hafta sonuydu ve nöbetçi öğretmen aramıştı bizi. Bize kızların nerede olabileceği konusunda şüphelendiği bir hocadan bahsetti. Biz direk bahsi geçen öğretmenin evine gittik. Kızlar bu erkek öğretmenin evindelerdi. Kızlar (liseye gidiyorlar) ve öğretmen (40 yaşlarında) bizimle geldiler. Öğretmenin dediğine göre öğretmen bekar olduğu için kızlar ev temizliğine gelmişler.

Burada ne oldu, olay nasıl sonuçlandı önemli değil. Önemli olan toplumda böyle şeylerin çok fazla yaşanması. Neden bu anlamda fırsatları hiç kaçırmıyor insanımız. Yurtta kalıyor diye sahipsiz mi bu çocuklar? Küçük yaşlarda sevgiye, şefkate muhtaç oluyorlar. Ama bu ihityaçları karşılanmadığı için ileride ihtiyaç duymamaya alışıyorlar. Biraz hissiz biraz düşüncesiz bir yapı ile düşünmeden hata yapabiliyorlar. İlkokul sıralarında gördüklerim yıllar sonra eve geliş gidişlerimde karşılaştığım küstah lise öğrencilerine dönüşebiliyorlar.

Yetiştirme yutlarında büyümüş ve ünlü olmuş insanlarımız var. Yurt tacizleri haber olduğu zaman bu insanlar ortaya çıktılar ve yaşadıklarını anlattılar. Ve ortaya kimsenin rol almak istemeyeceği kötü oyunlar çıktı. Ülkemizde bu oyunlar yaşamın kendisi. Çok kötü şeyler oluyor. Toplumsal kirlilik olan bu çocukların tacizi ve hep arka planda kalmaları önlenmelidir. En azından bizler çevremize biraz ışık yayabilmeliyiz. Malatya Çocuk Yuvası haberlerinin üzerinden çok geçmedi. Bu basına yansıyan bir kısmı sadece.. Aysbergin görünmeyen kısmı var. Emin olabilirsiniz. Toplumumuzda bizim haberimiz olmadan ne acılar yaşanıyor....

Bitmesi dileğiyle...

Futbola Dokundurmamak Olmaz!

Evet! Geldik alingirli konulardan birine.. Yani yazacaksın yazacaksın bir yerden sonra mutlaka sıra futbola gelecek.

Mevzuya geçersem eğer toplumumuzdaki futbol fanatizmi çok enteresan işliyor. Fanatizm demek futbolu ya da konu neyse onu sevmektir. Yani işin içinde bir sevgi var. Bizde ise durum farklı. Günlük yaşamın tüm stresini, toplumun olumsuz kültürlemesinin ya da yanlış yetiştirilmenin acısını futbol yoluyla diğer insanlardan çıkarıyorlar fanatik adını verdiğimiz kişiler.

Ciddi bir hastalık bence bu. Düşünsenize elinde satır rakip takım taraftarlarının üzerine atlıyorlar. Böyle bir şey ile sevginin nasıl bir alakası olabilir. Bu af buyrun ama "manyaklık"tan başka bir şey değil. Amaç olması gerektiği gibi spor olsaydı herhangi bir müsabakayı izlemek için stada ailece gidildiğinde hemen arkanızdaki kişinin ağız dolusu küfürlerine maruz kalmazdınız. Bizim toplumumuz böyle. Tepki vermesi gereken yerlerde vermez, susar ve ezik yaşamaya devam eder ama amacın spor olduğu, centilmenlik olduğu yerlerde ise terbiye sınırlarını tanımaz, kırar ve de yıkar masum insanların moralini biçimsizce..

Ayrıca bir de şu var; bazıları ise o kadar kaptırıyorlar ki maçlara ve maç sonuçlarına, daha önemli günlük olaylara ya da yakınlarının sorunlarına ilgisiz kalıyorlar.

Kendimden bir örnek ile konunun sonuna geliyorum.

Bir seyahatten dönmüştüm, çok iyi bir haber ile geliyordum. Yaklaşık sekiz yıllık bir çalışmanın karşılığı olarak amacıma ulaştığım haberi ile gelmiştim. En yakın arkadaşım, biricik dostum ise geldiğimde beni öptü ve maçını izlemeye (sinirli sinirli ekrana bakmaya) devam etti. Oysaki ben yolda neler neler düşünmüştüm. Bu güzel haberi kutlarız diye düşünüyordum. Ama dostumun tuttuğu takım yeniliyordu o an ve benim "hayatımın haberi" pek de önemli değildi.

Futbola gereğinden fazla değer vermek ciddi bir kayıp bence. Güzel oynayan kazansın, biz de güzel futbol izleyelim anlayışı bize çok uzak. Takımına kızıpta eşini, çocuğunu döven ya da unutan babalara ise yuh diyorum huzurlarınızda..

18 Nisan 2007 Çarşamba

Ne Zaman Canavarlaştınız?

Ne zaman kaybettiğiniz yüreğinizdeki insanlık kırıntılarını?

Sabah işe gelirken gördüm o amcayı. Kaldırımın kenarına öylece
uzanmış, sanki her şeyi boş vermiş gibi gökyüzüne bakıyordu. Siyah ve bir
giysiden başka her şeye benzeyen pantolonu yırtılmış, dizi kanıyordu. Yanında
birkaç polis, amcaya sorular sorarak ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Oysa
her şey açık seçik belliydi. Amcanın elindeki simit tablası yola saçılmış, hatta
birkaç simidin üzerinden de arabalar geçmişti. Belli ki, arabanın biri amcaya
hızlı bir şekilde vurmuş ve durmadan kaçmıştı. Üstelik başka hiçbir araç da
durmamış, bu adamcağızı kırılmış dizi, dönmüş başı ve insanlara lanet okuyan
kalbiyle kaldırım kenarında yalnız bırakmışlardı…



Lütfen bu yazıyı okuyunuz.


İz Edebiyat sitesinden Sami Güzel isimli yazardan yukarıda alıntısını yaptığım yazıyı okumanızı tavsiye ederim. Ne güzel yazmış, ellerine sağlık.. Daha duyarlı bir toplum için lütfen bu yazıyı okuyunuz.

Yaşanan Toplumda Birey Olmak

Bakın bu alıntımız bize neler anlatıyor..! Bizim burada paylaştıklarımıza başka
bir ağızdan örnekler.. Bir an kendim yazdım sandım bu yazıyı..

Yaşanan Toplumda Birey Olmak

Bazen insan olduğumuzu, hepimizin birtakım kusurları olabileceğini, sevmeyi, hoşgörüyü, kısacası bu toplumda yaşadığımızı unutuyoruz. Çevremizde bize söylenen birçok söz, bir kulağımızdan girip öbür kulağımızdan çıkıyor. Yaşamadan ya da görmeden, çevrede olup bitenlerin bize etkisi olmadan, çevreyle çok da ilgili değilizdir. Öyle anlar gelir ki, bir kurşun gibi sıktığımız eleştirilerimiz, kaza kurşunu olarak geri tepip, bizi tam da kalbimizden yaralar.

Neden özel hastanelerde bizi neredeyse çiçeklerle karşıladıkları halde, devlet hastanelerine gittiğimiz vakit, “nerden geldin? senle mi uğraşacağım?” gibi aşağılanmaya varan ilgisizliklerle karşı karşıya kalırız? Aslında, cevabını çok iyi biliyoruz. Özele gittiğimiz vakit, ücreti karşımızdakine dolaysız olarak direk veririz. Devlet hastanesine gittiğimizde ise, parayı dolaylı olarak vergi, sigorta ya da bağış şeklinde ödediğimiz de olur. Sonuçta iki tarafa da tedavi için gerekli olan ücreti ödemesine öderiz de, durumumuza göre hastane seçeriz. Biz nasıl seçim yapıyorsak, görevliler de insanları kariyer, konum ve kişiliğine göre seçebiliyorlar. Eşitlik olmayınca da, tavırlar değebiliyor. Sonuçta insanlıktan çıkıp yavaş yavaş makineleşmeye, duyguları kalbimizden söküp atmaya başlıyoruz. Ta ki, yadırgadığımız, pek de ilgi göstermediğimiz o zor durumlara, kendimiz düşünceye kadar!



Geçenlerde devlet hastanelerinden birine işimiz düştü. Sağlık raporu almamız gerekiyordu. Gereken evrakların neler olduğunu öğrenmemiz yarım saat sürdü. Çünkü danışabileceğiniz birisi yoktu. Sıraya girip sizden önce gelmiş olanlar, danışman olarak görev yapıyordu. Yani hem hasta olarak, hem de danışman olarak orada bulunmuş oluyorsunuz. Sıra ilerledikçe, danışmanlık görevini siz devralıyorsunuz. Üstelik ücretli, sigortalı gibi işlemler de farklı olduğu için, çoğu kez eksik olan belgeniz olduğunu, uzun bir bekleme sırasında öğrenip, bu eksiklerinizi tamamlıyor ve tekrar sıraya giriyorsunuz.



Vicdanımı sızlatan iki olayla karşılaştım:

Birincisi, sıra aldıktan sonra vezne kuyruğuna girdiğimiz zaman yaşandı. Yaşlı bir kadın, tren vagonları şeklinde uzanmış kuyruğun başlarına geçip yer istiyor, herkes kadına bağırıyordu. “Teyze, hepimiz gibi sen de kuyruğa girsene!” Kadın yanıma yanaştı ve “şuraya girivereyim oğlum” dedi. Rahmetli anneannemi çok severdim. Bu nedenle hiçbir yaşlı kadını kıramam. Çevreden tepki almaktan korktuğum için sessiz kalmayı tercih ettim ama, kadının girebileceği tek kişilik bir yeri de bir şekilde açtım. Sıra yaşlı kadına geldi. Ödeyeceği tutar az bir miktardı. Görevliye kağıtlarını verdi. “Dün gelmiştim oğlum, ama param yetmediği için geri dönmek zorunda kalmıştım. Bugün tekrar geldim, buyur evladım para burada.” Yaşlı kadın bir gün öncesinde bu sıraya girmiş, ama kimse ona ne gerektiğini söylemediği için sonuna ulaştığı kuyrukta işini bitiremeden geri dönmüştü. Yanında ona elinden tutup gideceği yer konusunda yardım edecek kimsesi yoktu. Yaşlı teyze o gün parayı ödeyip, Allah bilir hangi tedavi kuyruğunda beklemek üzere bilinmez, oradan ayrıldı.

İkincisi, tahlillerin yapıldığı laboratuardaydı. İdrar tahlili için ellerindeki plastik bardaklarda peçetelere sarıp (peçeteyi hastane vermiyor) getirdikleri idrar örneklerini, laborantlara teslim etmek üzere oluşan kuyrukta bekliyoruz. Bir adam kalabalığı yarıp elindeki idrar örneğini içeriye uzatıyor. Arkadakiler sızlanmaya başlıyor. Adamcağız, içeriye aralıksız sesleniyor. “Kim bakıyor buraya? Ablacım bir yardımcı olur musunuz? Alır mısınız bunu? Abla bir bakar mısınız? Ne zaman sıra gelir bize?”. İçerideki görevli sinirlenip avazı çıktığı kadar bağırıyor, “Bir dakika dur be kardeşim, görmüyor musun elimde başka bir örnek var!”. Adam ses tonunu değiştirmeden devam ediyor, “Görsem sürekli seslenir miyim be abla, ben körüm, biraz anlayışlı olsanız, ben sizden anlayış beklerim, başka bişey değil”. Elindeki bardağı oraya bırakıp sıradan çıkıyor. Laborantın sesi bir anda kesiliyor. Tek kelime edemiyor. Yanına bir genç çocuk geliyor (belli ki yakını), boş bir yer bulup oturması için yardım ediyor.

Bu iki olayın yanında, sıra almak için bir gün önceden gelip orada sabahlayanları da görüyoruz. Artık uykusuzluktan kime çatacaklarını şaşırmış durumda olan diğerleri…

Bir körün ne durumda olduğunu, gözümüzü kapadığımız zaman bile anlayamayız, ancak anlamaya çalışırız. Bir yaşlı kadının gençlere bakışında neler hissettiğini, hangi ağrıları çektiğini tam olarak anlamamız pek de olası değil. Rahmetli anneannem, hayata gözlerini bir devlet hastanesinde yummuştu. Şeker hastalığı ve kemik erimesi nedeniyle, kalça kırığını ancak büyük bir hastane tedavi edebiliyordu ve görevli, nöbette onu uyandırdığımız için sinirlenmiş, bizlere çok kötü davranmıştı. Biraz sinirlenecek olmuştum ki sevgili babam, “belki işleri daha çıkmaza sokarsın oğlum, sukût altındır” diyerek susmamı istemişti. Ne çok kez birilerine hiddetleniyor, ister istemez hatalar yapıyoruz. Kalbi olan hiçbir insanın, özellikle de duygusal Türk insanın, çok da duyarsız olduğuna inanmıyorum. Bizler istemeyerek birbirimizi kırıyoruz. Karşımızdakinin ne durumda olabileceğini hiç düşünmüyoruz.



Para, bu dünyada aklımıza gelecek birçok işimizi görebilecek bir araç. Para ile artık duyguları bile satın alabilecek duruma gelmişiz. Teknoloji ile birlikte, bizler de para ve konum uğruna, başkalarını göremiyoruz. Oysa, bizi hayatta tutan yaşama sevincinin temel gıdası; sevgi, hoşgörü ve anlayıştır. Bir gün bu hayattan göçüp gideceğiz. Elimizde kalanlar, kazandıklarımız ve manevi olarak bıraktıklarımız, başkalarının ve yakınlarımızın eline geçecek. Bize de küçük bir toprak parçasında yatacağımız tek kişilik bir arazi ayarlanacak. Yani, asıl önemli olanlar, bizim toprağa sığdıramadıklarımız değil, manevi olarak bıraktıklarımız olacak. Cebinde beş kuruşu olmayan, ama hep hayata gülümseyerek bakan, karşındakini düşünen kişiler teşekkürlerle anılacak, para için, kariyer için, bencillik için kıvrananlara ise hep lanet edilecek.

Ayrıca, “dünya o kadar da büyük değil.” derler. Yani, herhangi bir yerde iyi ya da kötü şekilde karşılaştığımız birileriyle, bir gün, bir yerlerde tekrar bir araya gelebiliriz. Yaptığımızın karşılığı, bir yerlerde sıkışmış, bizi bekliyor. Bizim huzurlu yüzümüz, diğerlerini de huzurlu hale getirecek, bizim huzursuzluğumuz ise, başkalarını da huzursuz edecek. Zaten “iyilik yap, denize at.” Çünkü yaptığınız iyilik çok fazla görülmez ama, bir hata ya da düşmanlık, kolay kolay unutulmaz. Bunun sebebi de, nankörlük virüsünden gelmektedir. Ama unutulmaması gereken bir şey var; iyilik yaptığınız sular, bir gün dalgalanır ve onu bıraktığınız kumlara geri vurur. Hiç beklemediğiz anda, yaşantınızda kurumaya yüz tutmuş güller, muhtaç olduğu suya kavuşup tekrar açar.

Hiçbir insan, dört dörtlük bir kavramla değerlendirilemez. Çünkü insan olarak mutlaka ister istemez kusurlar işleriz. Önemli olan, kusurlarımızı kapatmak değil, onları telafi etmeye çalışmak, ters gördüğümüz yerleri değiştirmektir. Kusurları kapatmak, ancak hatalı gördüğümüz kişileri rahatsız etmeyecek şekilde uyararak, yardım ederek, hoşgörülü davranarak ve severek olabilir.

Birisi bizi uyarıyorsa, ne şekilde olursa olsun, onun açısından hatalı görüldüğü için uyarıyordur. Sinirlenmek yersizdir. Hatalardan ders almalıyız ki, biz de doğru yolu bulalım. Yaşadığımız ortamda bir şeyler ters gidiyorsa, bunun sebebi genelde bireysel olarak geçinip, toplumu hiçe saydığımız içindir. Erner Erchenbach’ın bir sözünü hatırlatmak isterim. “Herkes ötekisine yardım etseydi, herkesin işi yapılmış olurdu.”

Emre Türker - 28 Mayıs 2005, Cumartesi

Medyanın Toplumsal Gücü

Dr. D. Ali Arslan - Gaziosmanpaşa Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi


Medya bireylerin tutum ve davranışlarını etkileyebilme ve bunları değiştirebilme gücüne sahiptir.

Kitle iletişim araçları, kitleleri eğlendirmek ve onların hoşça vakit geçirmelerini sağlamanın dışında, çok daha farklı ve önemli işlevler icra ederler. Öyle ki, yaşanan teknolojik gelişmelerin kitle iletişim sektörüne de yansımasıyla medya toplumdaki en etkin güç merkezlerinden biri haline gelmiştir. Bu gelişmelere paralel olarak medya yöneticileri, editörler ve etkin köşe yazarlarını da içine alan medya elitleri de, toplumsal yapı içinde en önemli güç odaklarından biri haline dönüşmüştür (Astiz, 1969). Medya ulaştığı bu gücüyle, bireylerin tutum ve davranışlarını etkileyebilmenin, etkilemekle de kalmayıp bunları değiştirebilmenin en etkin yöntem ve araçlarına sahip hale gelmiştir.

Bu etki bireyler bazında da sınırlı kalmaz. Toplumun geneli boyutunda da olanca ağırlığıyla gözlemlenebilir. Medya, toplumun yapısını, kurulu düzenini ve bireyler arasında cereyan eden toplumsal ilişkileri yeniden yaratma, yeniden şekillendirme, yeniden üretme ve yorumlama gücüne ve yeteneğine sahiptir. Semboller, işaretler, sayılar, sözcükler ve resimlerden ya da bunların bileşkesinden oluşan iletiler yalnızca mesaj taşımazlar. Aynı zamanda insanların dünyasını yeniden şekillendirip yorumlar, ona yeni boyutlar kazandırır. Medyanın bu şekillendirme ve değiştirme etkisi bireyler ve genel anlamda toplum boyutuyla da sınırlı kalmayıp, toplumsal ve siyasi yapı içinde etkin bir konuma sahip olan siyasi liderleri ve meşru hükümetin politikalarını da kapsayacak boyutlara ulaşabilmektedir (Rivers, 1982: 213). Bu konuda Amerikalı sosyalbilimci Rivers’ın (1982: 7-20) saptamaları ve medyaya yönelik olarak “ikinci ya da öteki hükümet” şeklindeki betimlemeleri oldukça dikkat çekicidir.
Elbette ki medyanın, bireylerin ve toplumun iletişim ihtiyaçlarını karşılamak için yaptığı çok önemli hizmetleri hiç kimse yadsıyamaz. Bununla birlikte madalyonun bir de öteki yüzü vardır. İnsanlık için böylesine büyük hizmetler yapan medya, istenirse çok etkin bir propaganda aracı, bunun da ötesinde geniş halk kitlelerinin beyinlerini yıkamak için güçlü bir silah olarak da kullanılabilir. Kitle iletişim araçlarının sahipliğini ya da kontrolünü elinde bulunduran kişi ya da gruplar, haberleri ve iletileri ilgi ve istekleri doğrultusunda tahrif (deforme) edip değiştirebilirler. Böylece insanların kanaatlerini, düşüncelerini ve şeylere yükledikleri anlamları şekillendirme yetisini kendi tekellerinde bulundurmak isteyebilirler. Yine medya kültürel sömürü ve kültür asimilasyonu amacıyla kullanılabilir. Bunun da ötesinde medya kimi güçler tarafından, ulusal kimliği köreltmek, ulusal birlik ve beraberlik duygularını zayıflatmak, toplumsal huzur ve barış ortamını bozup, toplumu kaos ve kargaşanın içine sürüklemek amacıyla kullanılma potansiyeline de sahiptir.

Öte yandan, başta Miliband olmak üzere birçok araştırmacı (Barrett & Braham, 1995: 54), “kapitalist toplumlarda medyanın en başta gelen işlevinin devleti meşrulaştırmak; hatta bununla da yetinmeyip, toplumdaki etkin güç odaklarına karşı ya da rakip olarak varolabilecek karşıt odakları ya da grupları da gayri meşru hale getirmek” olduğunu savunurlar. İşte böylesi potansiyellere sahip medyanın gücü ve etkilerinin boyutları konusunda bir çok düşünür tarafından araştırmalar yapılmıştır. Bu konuda yapılan çalışmaları üç kategori içinde inceleyebiliriz:

1. Liberal Yaklaşım
2. Pluralist (Çoğulcu) Yaklaşım
3. Marksist Yaklaşım

Curran ve arkadaşlarının da özetlediği gibi (Barrett & Braham, 1995: 57-58), yapılan araştırmalar da şu temel bulgular ortaya konmuştur:
1. Kitle iletişimi alanında ileri derecede gelişmiş teknolojilerin kullanılması medyaya, çok geniş dinleyici ve izleyici kitlelerine ulaşma olanağı ve fırsatı tanıdı.
2. Hızlı kentleşme ve sanayileşmeye paralel olarak dengesiz yapıda, anomik ve yabancılaşmış bir toplum türü ortaya çıkardı. Kendine ve toplumuna yabancılaşmış, kaypak, boşluk-anlamsızlık-değersizlik duyguları içinde, bunlarla ilişkili olarak da protest eğilimlere sahip bireylerden oluşmuş bu toplumlar, doğaları gereği kolay yönlendirilebilir (manipülasyona açık) bir konuma gelmişlerdir

3. Kent insanı, kitle iletişim araçları karşısında göreceli de olsa savunmasız, çaresiz ve onlardan kolay etkilenir hale gelmiştir. Oysa, kırsal alanlarda yaşayan insanların hayatı, şehir insanına oranla daha oturmuş, kararlı ve dengeli bir görünüm arz eder. Halbuki şehir insanı da hızlı şehirleşme ve sanayileşme girdabına kapılmadan önce kararlı ve dengeli bir toplumsal ilişkiler ağına dayalı bir yaşantısı vardı. Yaşanan hızlı değişmeler, bu insanların yaşamlarından böylesi varlıkları alıp götürdü.

4. Birinci Dünya Savaşı yıllarından dünyada yaşananlar medyanın gücünü çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Bu dönemde kitle iletişim araçları, geniş halk kitlelerinin beyinlerinin yıkanmasında ve Avrupa’da faşizmin doğup gelişmesinde büyük rol oynadı.
Bir çok araştırmacı medyanın amansız propaganda gücü ve beyin yıkama etkisi karşısında insanların, çaresiz, savunmasız, kolay etkilenir durumda olduğunu savunurken; bir başka grup araştırmacı da, durumun hiç de sanıldığı kadar vahim olmadığını savunurlar. Onlara göre bireyler medya karşısında pasif değil, aktif konumdadırlar. Fakat sonuçta medyanın, öyle ya da böyle, az ya da çok herkesi etkilediği gerçeğini onlar da teslim ederler.
Kuşkusuz bu araştırmacıların bazı değerlendirmelerine katılmamak mümkün değil. Onların da belirttiği gibi kitle iletişim araçlarının bireyler üzerindeki etkisinin farklı biçimlerde ve miktarlarda olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Gerçekleşen etkinin niteliği ve derecesi kişiden kişiye değişir. Bu durum bireylerin yaş ve cinsiyetlerinin yanı sıra, eğitim ve kültür düzeyleri gibi faktörlerle yakından ilişkilidir. Katz ve Lazarsfeld’in de vurguladığı gibi (Barrett & Braham, 1995: 59), özellikle de medyanın etkisinin derecesi ile bireylerin toplumsal statüleri arasında doğrudan ve ters bir ilişki vardır: Yüksek toplumsal statüye sahip olan bireyler, medyadan daha az oranda etkilenirken; düşük sosyal-ekonomik düzeydeki bireyler daha yüksek derecede etkilenmektedirler.
Medyanın toplumsal gücü konusunda, bir birleriyle taban tabana zıt 2 temel görüş vardır:

1. Medya “edilgen bir iletici” (passive transmitters)’dir: İletilerin yayılmasında pasif bir konumdadır.
2. Medya iletişim olayında “etkin bir katılımcı” (active interveners)’dır: Mesajların şekillendirilmesinde aktif roller oynar.
Birinci görüşün takipçilerine göre medya, gerçekleri olduğu haliyle yansıtan bir ayna gibidir. Objektiflik ve yansızlık, medyanın profesyonellik ideolojisinin temel ilkelerini oluşturur. Bu düşünürlere göre medya, mevcut durumu nesnel ve tarafsız bir şekilde ortaya koyar. Bunu da büyük ölçüde, her türlü ön yargıdan ve baskıdan uzak şekilde gerçekleştirir (Barrett & Braham, 1995: 70).
Öte yandan, Marksist yaklaşım ise medya konusunu çok daha farklı bir perspektiften ele alınır. Çoğulcu (plüralist) düşünürlerin görüşlerinin karşıtı bir yaklaşımla, medyanın nesnel gerçekliği çarpıtıp tahrif ettiğini belirtirler. Marksist geleneğin takipçisi düşünürlere göre medyanın, ön yargıdan ve baskıdan kurtulması olanaksızdır. Çünkü toplumdaki bir takım güç odakları, ki biz bu güç odaklarını “elitler” olarak adlandırmıştık, bir çok toplumsal konuda olduğu gibi medya üzerinde de etkin bir güce sahiptirler.

Medya ve onun ürünleri de genellikle, toplumun ve bireylerin kaderlerini belirleyici konumda ve makro düzeyde karar verici durumda bulunan, bu hakim ekonomik ve siyasi gruplar tarafından şekillendirilir. Connell’in deyimiyle (ibid: 71) medya, bir bakıma hakim toplumsal sınıfların düşüncelerini dile getirmede bir megafon görevi yapmaktadır. Konu bu açıdan ele alındığında, medyanın gücünün mevcut toplumsal sınıfların güçleriyle yakından ilişkili olduğu görülür. Marksist düşünceye göre, (Marx & Engels, 1970: 64), maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf aynı zamanda, bu sahip bulunuşluğun bir getirisi olarak, düşünce ve zihinsel

üretim araçlarını da kontrolleri altında tutarlar.
En azından potansiyel olarak kitle iletişim araçları, bireylerin duygu, düşünce ve inançları üzerinde çok büyük bir etkiye sahiptir. Bunun bir sonucu olarak da bireylerin tutum ve davranışlarını değiştirebilecek bir güce sahiptir. Meydana getirilebilecek bu değişikliğin yönü olumlu yönde olabileceği gibi, olumsuz yönde de olabilir. Bu durum bir çok faktöre bağlı olarak toplumdan topluma, ya da aynı toplum içinde zamana bağlı olarak farklılık gösterebilir.
Toplumun ve medyanın içinde bulunduğu şartların yanı sıra, medyayı kontrolleri altında bulunduran hakim güçlerin durum ve tutumları da bunda etkili olur. Özellikle, kitle iletişim araçlarının kontrolünün belli merkezlerde ya da sınırlı sayıda güç odaklarının elinde toplanması, kitle iletişim ürünlerinin de söz konusu merkezlerce kontrol edilmesi gerçeğini beraberinde getirir. Bu durum son aşamada da, medyanın gücünün belli güç odaklarının elinde yoğunlaşması sonucunu doğurur. Böylesi bir medya, bazı Marksist ve eleştirel düşünürlerin de vurguladıkları gibi, hakim güç odaklarınca önem atfedilen baskın toplumsal norm ve değerlerin kuvvetlendirilip yaygınlaştırılmasının yanı sıra, toplumsal sistemin meşrulaştırılmasında da stratejik roller oynar.
Medya ile ilgili olarak “semiyoloji” (semiology: işaretler bilimi) ve dilbilimi (linguistics) alanlarında yapılan çalışmalar sonucunda ortaya konan bulgular, Marksist yaklaşıma bazı yeni açılımlar kazandırdı. Bu yeni gelişmeler, araştırmacılar tarafından genellikle “üçlü Sorunsal (problematic)” veya “ikili paradigma” olarak adlandırılır (Barrett & Braham, 1995: 72). Bu paradigmalar, kendi aralarında bazı önemli teorik farklılıklar gösterir. Aşağıda, söz konusu paradigmalara çok öz olarak bir göz atılacaktır. Bu durumda konu daha bir netlik kazanacaktır.

a) Yapısal Nitelikli Çalışmalar:
Medya alanında yapısal nitelikteki çalışmalar, Lewi Strauss’un “yapısal antropolojik” çalışmaları ile yakından ilişkilidir. Bunun yanı sıra, bu çalışmaların Roland Barthes’ın semiyoloji (işaretler bilimi), Ferdinand Saussure’ün linguistik (dil bilimi) ve Lacanean’ın psiko-analiz alanındaki çalışmaları ile olan yakın ilişkileri asla gözden kaçırılmamalıdır. Yapısalcı yaklaşımı izleyen araştırmacıların en çok baş vurdukları yol, “metinsel analiz” yöntemidir. Böylesi araştırmalar daha çok film, fotoğraf, televizyon programları, yazınsal metinler, haberlerin içeriği, ...vb. gibi metinsel nitelikli iletiler üzerinde odaklanır.
Yapısalcı yaklaşım çoğunlukla, Althusserci (Althusserian) Marksist düşüncenin izlerini taşır. Fransız düşünür Louis Althusser, Marksist gelenek içinde hümanist ve Hegelci düşünceye karşıt bir tutum sergiler (Jary & Jary, 1991: 16-17). Althusserci düşünce, özellikle ideoloji konusuna ayrı bir önem verir. Bu düşünüre göre ideolojik üst yapı, ekonomik alt yapının sıradan bir yansıması olarak ele alınıp değerlendirilemez. Tam tersine ideoloji, belli ölçüde ekonomiyi de etkileyen, gerçek toplumsal ilişkilerin çok önemli bir boyutunu oluşturur. Curran ve arkadaşlarının da vurguladıkları gibi (Barrett & Braham, 1995: 73), Althusser ideolojiyi, gerçek yaşam koşullarında var olan bireylerin imgesel ilişkilerinin bir temsilcisi olarak algılar. Böylesi bir şekilde ele alınan ideoloji, gerçekliğin çarpıtılmış, tahrif edilmiş bir yansımasını oluşturma düşüncesinden uzak bir görünüm sergiler.
Althusser, Marksist düşüncenin önemli argümanlarından biri olan “yapı/üst yapı” görüşünü reddetmez. “Son aşamada ekonomi tarafından belirlenme” düşüncesini de özde karşı değildir. Fakat bununla birlikte, Althusser’e göre, ekonominin son aşamada belirleyiciliği zorunlu olsa bile, “ideolojik üst yapının” varlığını, oluşumunu ve doğasını açıklamada yetersiz kalır. Bu açıdan ele alındığında medya da, ağırlıklı olarak ideolojiden etkilenir. Althusser’in deyimiyle, kitle iletişim araçları, belirli ölçülerde devletin ideolojik aygıtları olarak da nitelendirilebilir.

b) Siyasi Ekonomi Görüşü:
Yapısalcı paradigmanın, medya çalışmalarında, ekonomik temelden çok ideolojiye öncelik verdiğini yukarıda vurgulamıştık. Politik ekonomi ile ilgili teorik görüş ise daha çok, kitle iletişim ürünlerinin yapısı ve içeriği üzerinde durur. Tabi bunu yaparken de ekonomik temeli ön planda tutar. Siyasi ekonomik görüşün savunucularına göre, Kültürel üretim sürecinde, olayın ekonomik boyutu her şeyin temelini oluşturur. Bu süreçte ideoloji ekonomiden çok daha az önem taşır. İletilerin şekli ve içeriği ekonomik temellerce şekillendirilir.
Kitle iletişim araçları ile ilgili olarak sahiplik ve kontrol konusu çok önemli iki konudur. Bu iki temel faktör, yani mülkiyet ve kontrol faktörleri, medyada ki kültürel üretimin ideolojisini de ciddi boyutlarda etkileyen çok önemli etkenlerdir. İşin ekonomik boyutu ön plana alındığında, bu konu bir başka çok önemli konuya da çağrışım yapmaktadır: Ki o da medyada tekelleşme gerçeğidir. Bu durum yalnızca ülkemizin değil, gelişmiş ya da gelişmekte olan hemen her toplumu yakından ilgilendiren bir konudur. Dünya genelinde, kültür endüstrisi alanında hızlı bir artış gösteren tekelleşme, toplumlar için çok ciddi tehlikelerin de beraberinde taşımaktadır.
Görüldüğü gibi hem “idealizm”hem de “ekonomizm”, Marksist terminoloji çok önemli iki kavramdır. Her iki kavram da, tarihsel maddeciliğin özüyle çelişmez niteliktedir.

c) Kültür Temelli Çalışmalar:
Kültür temelli çalışmaların en temel özelliği, “ekonomik indirgeme” (ekonomik belirleyicilik) görüşüne karşıt bir görüşe sahip olmalarıdır. Kültürcü (culturalist) araştırmacılar, Marksist gelenek içinde çok önemli bir yer tutan, düşünsel ve maddi güçler arasındaki ilişkileri anlayıp açıklamayı amaç edinen “alt yapı-üst yapı” formülasyonunu reddederler.
Medya konusunu kültür temelinde ele alıp inceleyen araştırmacıların başında öncelikli olarak İngiliz araştırmacılar Williams, Thomson ve Hoggart’ın isimlerini saymak gerekir. Bu geleneği benimseyen araştırmacılar kültürü, tarihsel koşulların ve ilişkilerin bir ürünü olarak varlık gösteren temel toplumsal sınıfların ve grupların, kendi iç dinamiklerinden ve aralarındaki etkileşimden doğan değerlerin ve araçların oluşturduğu bir bütünlük olarak algılarlar (Barrett & Braham, 1995: 76). Bu düşünürler medyayı, halkın bilincinin, beğeni ve tercihlerinin çok güçlü şekillendiricileri olarak kabul ederler.
Marksist düşüncenin “medyanın gücü ideolojiktir” şeklindeki değerlendirmesini, bir çok kültürcü düşünür de kabul eder. Fakat bu düşünürlerin ideolojiye yükledikleri anlam, Marksist düşünürlerinkinden çok daha farklıdır. Liberal düşünürler olarak da adlandırabileceğimiz bu düşünürler, medya ile ilgili olarak daha bir çok alanda Marksist düşünceden farklı, hatta kimi zaman onlarla taban tabana zıt bir görüşe sahiptirler. Örneğin, medyanın birey ve toplum üzerinde yapabileceği etkiler konusunu ele alalım. Marksist düşünürler, konuyu olduğundan daha abartılı bir şekilde ele alırken, liberal düşünürler medya konusunu gerçek boyutlarından çok daha hafife alırlar. Olayı gerçek boyutlarından saptırarak, bilerek ya da bilmeyerek, etkisini daha azmış gibi göstererek, medyanın üzerinde yöneltilebilecek dikkatlerin ve eleştirilerin azaltılmasına hizmet ederler.
Curran ve arkadaşlarının da vurguladıkları gibi (Barrett & Braham, 1995; 63), medya konusunda Marksist düşünürlerin dile getirdikleri eleştiriler, yalnızca araştırmacıların akademik ilgisini konuya çekmekte çok önemli görevler yerine getirmekle kalmayıp, halkın konuyla ilgili olarak bilgilenmesinde ve bilinçlenmesinde büyük rol oynadılar. Bu sayede, medya konusundaki bilgi birikimine çok önemli katkılar sağlayan, iletişim ile ilgili. bir çok ampirik çalışmanın hayata geçirilmesine de zemin hazırladılar. Bütün bu çalışmaların ürünü olarak, bireylerin hayat anlayışları ve dünyayı algılayış şekillerine medyanın yapabileceği etkiler konusu, yapılan deneye ve gözleme dayalı araştırmaların bulgularıyla da desteklenerek, daha bir açıklık kazanmış oldu.
Kaynakça
ARSLAN, A. (2001-a), Dünyada ve Türkiye’de Medya Gerçeği, Tokat: Gaziosmanpaşa
Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü (Yayına hazır kitap).
ARSLAN, A. (2001-b), Elit Sosyolojisi, Tokat: Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü
(Yayına hazır kitap).
ARSLAN, A. (1999), Who Rules Turkey: The Turkish Power Elite and the Roles, Functions and
Social Backgrounds of Turkish Elites, Guildford: University of Surrey, Department of
Sociology (PhD Thesis).
ASTIZ, C.A. (1969), Pressure Groups and Power Elites in Peruvian Politics, London: Cornell UP.
BARRETT & Braham (1995), Media, Knowledge and Power, London: Routledge.
DAVIES, M. (1985), Politics of Pressure, London: BBC Publications.
ETZONI, H. (1993), The Elite Connection, London: Polity Press.
JARY, D. & Jary, J. (1991), Dictionary of Sociology, Glasgow: Harper Collins.
MARX, K. & Engels, F. (970), The German Ideology, NewYork: International Publishers.
RİVERS, W.L. (1982), The Other Government: Power and the Washington Media, New York:
Universe Books.
RUBİN, B. (1981), Press, Party and Presidency, London: Norton.
SCANNELL, et. al. (1992), Culture and Power: A Media, Culture and Society Reader, London:
Sage.

http://ilef.ankara.edu.tr/id/yazi.php?yad=2356
Dr. D. Ali Arslan

Yoksulluk ve Eğitimsizlik Şiddet Nedeni

İnternette rastladığım çok güzel bir yazı. Çok güzel anlatmış bir çok şeyi.
Yazar adına rastlayamadım.
Ekonomik ve siyasal istikrarsızlığın yaşandığı, iş bulmanın ve temel yaşam gereksinimlerini karşılamanın her geçen günü daha da zorlaştığı Türkiye'de, toplumsal şiddet gittikçe tırmanıyor. Günlük yaşamdaki basit tartışmalar bile cinayetle sonuçlanabiliyor. Şiddet eğilimi özellikle de gençler arasında hızla artıyor. Toplumsal şiddetin temelini iletişimsizlik, göç, yoksulluk, işsizlik, eğitimsizlik gibi geniş boyutlu sorunlara bağlayan uzmanlar, özellikle gençler arasında yükselen şiddetin gençlerin iyi eğitim alamaması, aile içi şiddet, medyanın neden olduğu şiddete özendirici dünya ve gelecek kaygısından kaynaklandığına dikkat çekiyor.

İstanbul Ticaret Üniversitesi Fen Fakültesi Öğretim Üyesi Psikiyatr Prof. Dr. Özcan Köknel , Türkiye'de toplumsal şiddetin başlangıcının 1960'lı yıllara dayandığını, şiddetin kaynağında iletişimsizlik yattığını belirterek, ''Bunun 2 önemli göstergesi de sayıları sürekli artan trafik kazaları ve kişiler arası davalar. İletişim eksikliği her alanda; ailede, okulda, hükümetlerde... Sorunların çözümü, konuşup önerilerde bulunularak çözülür. Oysa sorunlar ortada duruyor, herkes birbirini suçluyor. Şiddet de sorun çözmek için bir iletişim biçimi, Türk dilinin argosu haline geldi'' diyor. Aile içi şiddetin toplumsal şiddetteki payına işaret eden Köknel, şiddet ortamında yetişen çocuğun bunu normal bir davranış biçimi olarak benimsememesinin imkânı olmadığını vurguluyor. Köknel'e göre bu noktada televizyonun da rolü var. ''Şiddet ortamında büyüyen çocuğa, televizyondan gelen şiddet mesajları iki türlü etki ediyor. İlki, kendinde mevcut olan şiddetin biraz daha çabuk açığa çıkmasına neden oluyor. Diğeri de içindeki şiddet ne şekilde açığa çıkacağını öğreniyor'' diyen Köknel, medyanın şiddet olaylarını aktarırken şiddeti övücü ve saygınlık verici bir hale getirmemesi gerektiğinin altını çiziyor. Toplumsal şiddetin yükselmesinde kırsaldan kente göçün de büyük payı olduğunu anlatan Köknel, köyündeki geleneklerinden, yaşamından kopup büyük kente gelen insanların, kentlere ayak uyduramadığını, buna bir de gecekondularda yaşamak, iş bulamamak gibi sorunların eklenmesiyle bu kişilerde şiddet eğiliminin arttığının altını çiziyor.

''Şiddet doğuştan gelen değil, öğrenilmiş bir davranış modeli'' ifadesini kullanan Köknel, özellikle gençlerin şiddeti 'kendini ifade etme aracı' olarak kullandıklarını belirtiyor.

Gençler Girdapta Sosyoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Birsen Gökçe de şiddetin, hızlı toplumsal değişimin bir sonucu olduğunu söylüyor. Özellikle göç konusuna dikkat çeken Gökçe, ''Alışık olmadığı hayatlar gören gençler, bocalama yaşıyor, ikilemde kalıyor. Bunun sonucunda şiddet doğuyor'' sözleriyle anlatıyor göçün şiddet üzerine etkisini. Gökçe, bu noktada medyanın ''nereye gideceğini bilemeyen insanlara'' çok ciddi zarar verdiğini vurgulayarak, şiddetin yok edilmesi için ekonomik istikrarın sağlanması, işsizlik ve eğitim eksikliği sorunlarının çözülmesi, göç konusunda makro düzeyde önlem alınmasını öneriyor.

Cumhuriyet Gazetesi'nden Alınmıştır. 13 Temmuz 2006
Herşeyi gayet güzel anlatan bir yazı.

17 Nisan 2007 Salı

Sırada Beklemesini Bilmeyen Bir Halk

Ülkemizdeki sorunlardan bir başkası da SIRADA BEKLEMEK..!

Ne yaparsınız ki markette, bankada, tiyatroda, sinemada, durakta sıra beklemek durumu sözkonusu oluyor. Maalesef insanlarımız sıraya girmek zorunda kalıyorlar. Sıraya geçmek ve sıranın size gelmesini beklemek oldukça zor bir iş.

Burada bahsettiğim zorluk sırada durmasını bilmeyenlerin yaşadığı zorluktur. Bir çok mekanda sıra beklemek durumumuz var. Gönül isterdi ki insanlar kuyrukta beklemesinler. Ama sıraya geçmek mecburiyeti oluşmuşsa mutlaka aradan bir kaç akıllı çıkar ve bütün edep sınırlarını bir yana bırakarak ön sıralara ilerlerler.

Böyle insanlara her zaman rastlarız. Pişkin, yüzsüz ve kendini akıllı sanan asalaklardır bunlar. Toplumda bir tek kendileri akıllıdır. Ve insanın yüzüne baka baka önüne geçecek kadar yüzsüzdürler çoğu zaman.

Bir seçim günü. Sıramı bekliyorum. Arkamda tipinden konuşmasını bilen, akıllı uslu görünen bir adam var. Tam sıra bana geldi. Pat diye önümden sıyrıldı ve benden önce girdi odaya. Ben durumu hiç bozmadım. Oyunu kullandı ve tam çıkarken odaya girdim. "Beyefendi sıra ne zaman size geldi? Çok mu akıllısınız siz?" dedim kendisine. İnanın adam hiç yontulmamıştı. Ya da yanlış yontulmuş olmalı ki sözlerime karşılık bile vermedi. Gerek görmemiş olmalı. Sabahın körü ve oyunu kullanıp evine uyumaya veya tatil gününü değerlendirmeye gidebilir artık. Gerisi önemli mi..!

Başka bir gün de Çorlu'da Akbank ATM'sinde sıra bekliyorum. Bütün ATM'lerde ortalama on civarı sıra var. Arkamda otuşbeş yaşlarında bir kadın var. Ve tahmin edeceğiniz gibi bu kadın "akıllı" bir kadın. Arkamdan yan yan gelerek hizama kadar geldi. Birazdan önümdeydi kendisi zaten! "Hanımefendi sıranıza geçer misiniz? Ne yapıyorsunuz?" uyarımla beraber biraz yüzü kızaran bayan özür diledi ve sıramı bana geri bağışladı :)

Yani anlamak mümkün değil bu tip insanları. Neden daha "akıllı" davranmak zorunda hissediyorsunuz kendinizi? Çanakkale'de centilmenlik dersi veren Atalarımız sizlere hiç mi iyi örnek olamadı. Neden bu millet kendi insanına bu kadar düşman. Yaptığım eleştiriler ile toplum düşmanı olarak görünebilirim belki ama toplumun asıl düşmanları bu niyetlerini çevrelerine yayan "akıllı" sıfatını taşıyan bu sosyallik fakiri insanlardır.

Neden bir insan diğerinin sırasını gasp eder? İnanın bunlar küçük şeyler gibi görünür göze ama toplumdan çok şeyler götürürler. Tersini düşünün bir an, centilmen bir toplum yapısı düşünün.. İnsanlar güleryüzlü olsalar, küçük büyüğe, sağlıklı olan hastaya, sakata yer verse, acelesi olmayan acelesi olana öncelik verse, jest yapsa ve bu anlamda kandırmacalar olmasa ne kadar güleryüzlü bir toplum oluırduk kim bilir!! İnsanların birbirlerine yaptıkları iyilikler bir çember oluyor ve kendilerine geri dönüyor. Bu mail zincirlerindeki yazılar gibi değil. Bizzat günlük hayatta örnekleri var. Bir ortamda gerçekleşmesi daha muhtemel bir durum. Özellikle bazı işyerlerinde vardır bu. İnsanlar birbirlerinin üzerinden yapmazlar kariyerlerini. Güleryüz ve çalışma şevki hakimdir insanlar arasında. Ve bu o firmanın başarısına %100 yansımaktadır.

Kendi çalıştığım şirkette bunu yaşadım. İşime severek gidiyorum. Ve bu nedenle en azından hayatımın %50'lik diliminde mutluyum..

İşinizi ve iş arkadaşlarınızı sevin. Güleryüzlü ve şeffaf olun! Karşınızdakileri şeffaf olmanın ve güleryüz göstermenin kötü bir şey olmadığını yaşatın. Değişiklikleri görmek zor olmayacaktır. Yolunuz açık olsun.

Toplumsal

Artık İnsanlara Güvenmek İçin İki Kere Düşünüyoruz

Yaşamdaki kötü anlarımdan birisi ise kişilik olarak tertemiz olan bir arkadaşımın başına gelen olaydı. Kendisi orta halli sayılabilecek, ailesi olan evli bir arkadaşımdı. Aldığı maaş ile zor da olsa ay sonunu getirenlerdendi.

Çocuğu, eşi ve kendi masraflarının yanında fazla bir harcama yapamıyordu. Ama bütün bu şartlara rağmen ev giderlerinden kıstı ve işyerinde çok güvendiği, abla gibi sevdiği birisinin zor durumda olduğunu görünce yardımcı olmak istedi. Bir miktar parayı kenara koydu ve zor durumda olan bu insana hiç düşünmeden verdi.

Sonucu az çok tahmin ettiniz tabi ki..

Bu abla bu tertemiz insanı yarı yolda bıraktı gitti. Belki verilen miktar ömür boyu kaçak hayat yaşatacak cinsten değil ama gerçek bir vurgun insani ilişkiler açısından. Hanımefendi borç harç bir yana, işten de ayrılıp piyasadan yok olmuş.

Bunun acısı bir yerden mutlaka çıkar ama olan bizim güzel yürekli arkadaşımıza oldu. Ödemeler onu bir hayli zorladı. Kötülük parayla değil..

- Bunlar her ülkede olur.
- Katılıyorum.! Ama benim ülkemde olmamalı..!

Turkiye Cinayetler Memleketi

Gazetede bugün okumuş olduğum bir haber ile yine toplumsal tedirginliğim tavana vurdu. Sizlerle gazeteden yaptığım alıntıyı paylaşacağım. Yine büyük bir kötülük. İnsanın duygularını harap eden bir olay.

Çete lideri olduğu iddiasıyla tutuklanan Sedat Peker'in eski şöförü Suat Dursun'un öldürüldükten sonra parçalara ayrılıp bavula konularak denize atılan cesedi Tuzla'da bulundu. Orhanlı Beldesi'nde yaklaşık 3 ay önce 34 U 3835 plakalı Mercedes marka otomobilin yanmış halde bulunmasıyla ilgili soruşturma apsamında vahşi bir cinayet ortaya çıkarıldı. Jandarma, yakınında kopuk bir bacak bulunan yanmış otomobilin Peker'in şoförlüğünü yapan Dursun tarafından kullanıldığını tespit etti. Bu bilgiden yola çıkan jandarma, olaydan kısa süre sonra şüpheli olarak Yasin Dirier'i gözaltına aldı. Dirier ifadesinde Dursun'u, Pendik Kurtdoğmuş köyünde içki içtikleri bir sırada Tanay Hoşgüler ile birlikte tabanca ile vurarak öldürdükten sonra balta ve testerelerle cesedini parçalara ayırıp bavula koyduklarını itiraf etti. Dirier, cesedi ise Hoşgüler'in kendisinin bilmediği bir yere gömdüğünü öne sürdü. Soruşturma kapsamında Tuzla Polisi tarafından yakalanan Tanay Hoşgüler de ilk ifadesinde cinayeti itiraf etti. Dirier ile Hoşgüler'in, Dursun'u öldürdükten sonra balta ve testere ile parçalara ayırdıkları cesedi bir bavula
koyup tuzla sahiline getirdikleri ve denize açıldıkları kayıkla birlikte
batırdıktan sonra yüzerek karaya çıktıkları anlaşıldı. Polis ifadeler
doğrultusunda Dirier ile Hoşgüler'in yakın arkadaşları Ümit Şimşek'i cinayetin
azmettirici olarak aramaya başladı. Dursun'un, Şimşek'in kız yeğeni ile ilişkisi
bulunduğu gerekçesiyle öldürüldüğü öne sürülüyor.


Böyle bir vakayı yaşamak bir yana dursun sadece şahit olmak bile ne kadar dehşet verici. Bu şekilde öldürülen insan temiz bir insan olmayabilir. Şoförlüğünü yaptığı insanın neler yaptığı zaten belli. Ama bunların hepsi aynı kapıya çıkar. Kötülük kimin elinden gelirse gelsin kötülüktür. İnsanımız bu işlere çok meyilli. Siz siz olun çocuklarınızdan ve velisi olduğunuz gençlerden bu görüntüleri uzak tutun..

Tahtakale'de Bir Linç Olayı

Sene 1999, yer Tahtakale.. Bir arkadaşım ile telefon almak için meşhur Eminönü 'ndeki ikinci el elektronik eşya alınıp satılan Tahtakale'ye gittik. Satıcılar zaten nereden geldiği bilinmeyen telefonları ve diğer elektronik eşyaları satmaktaydılar. Bazıları karşısındaki insanı dövecek gibi bakıyorlardı... İnsanı tedirgin eden bir ortam vardı..

Tam bu anda bir kargaşa ortamı oldu ve ne olduğunu anlayamadığımız bir kalabalık oldu...!

Tam arkamızda oluşan kalabalık ellerinde kampetler (tezgah), kasalar (tezgah olarak kullanılan kasalar) ile bir kişiye vuruyorlardı. En az yirmi kişilik bu grup bir tek kişiye acımasızca vuruyorlardı.

Arkadaşım ve ben nasıl duygular içerisine girdik anlatamam. Çok kötü bir duyguydu o şekil dövülen bir insanı öylece izlemek. Türkiye'de kötü şeyler oluyor. İnsanlar birbirlerine acımasızca saldırıyor.

Orada dayak yiyen sadece bir müşteriydi. Ne oldu? Nasıl oldu? Tam anlamıyla bilmiyoruz ama ortada kahreden bir linç olayı vardı. Ve geriye kalan ağzı burnu kan içinde bir genç oldu.

Bu şehir eşkıyaları için elimizden bir şey gelmedi. Ama en azından şehir eşkıyası olmadık. Bu züğürt tesellisi ile yaşayacağız maalesef..

Toplumsal

16 Nisan 2007 Pazartesi

Toplumsal Fakirlik

Televizyonda vermişti haber olarak geçtiğimiz yıllarda. İzlediğimde ise iğrenmiştim bazı toplum kesimlerinden. Bir motosikletli kaza yapıyor. Diğer bir motosikletli ise motorunu hemen bırakıp kaza yapanlara yardıma koşuyor. Binbir güçlük ile yaralıları hasteneye gönderenler arasında. Döndüğünde ise motorunun çalındığını görüyor. İşte bizim ülkemiz bu kadar insanlık fakiri olmuş durumda. Daha bunun gibi neler neler yapılıyor bu ülkede.

Yeri gelmişken belirteyim; bu ülkede hep kötü şeyler mi oluyor? Hayır! Güzel şeyler de oluyor. Hem de çok güzel şeyler oluyor. Ama genel yapıya baktığımızda üzücü davranışlar yaygın durumda. Kötüden haberdar etmek için varız. Kötü gidince zaten ortalık iyiye kalacak. Umarım !!!!

Toplumsal

Bir Anneanne ve Torunu - Yaklaşım Tarzı

Toplumumuzdan bir kesit daha sunacağım sizlere.. Ve bu beni acayip eden durumlardan birisi olarak geçtiğimiz Cumartesi günü (14.04.2007) kayıtlara geçti.

Bir arkadaşımın dükkanındayım. Kırtasiyeye dönük bir dükkan. Bir anneanne, torunu ve bir komşuları müşteri olarak geldiler. Bir yandan kurs hocasının verdiği malzemeleri alıyorlar bir yandan da torun olan yedi-sekiz yaşlarındaki kız ile uğraşıyorlar.

Ufaklık yerinde durmuyor. Yan taraftaki oyuncakçının oyuncaklarını kurcalıyor. Yeri geliyor poşetlerinden çıkartıyor.

Anneanne ise arada bir "sen beni öldüreceksin", "sen beni mahvedeceksin" gibi içinde ölüm kelimesi eksik olmayan cümleler kuruyor. Bir ara çocuğun yanına geldi ve dükkan sahibi amcaya dönerek "bak amca seni döve döve gebertir, rahat dur" gibi bir laf söyledi. Adam bir acayip oldu. Olaya baksanıza! Kadın resmen adamı cani yerine koydu. Edilmesi ne kadar kolay sözler bunlar ya.! Anlamadım valla. Amca ise "niye döveyim kardeşim, almak zorunda değil, bakabilir ne olacak" diye aklamak zorunda kaldı kendini. Bu garip diyalogların arasında kaldığım için fena darlandım ama bir yandan da bunları görmesek burada yazıya aktaramazdık diye düşünüyorum.

"Gerçi bunlar olmasa da ben de yazmasam fena mı olurdu..?"

Konuya dönersek eğer kadının son sözlerini aynen aktaracağım.. Kadın kırklı yaşlarda bir anneanne ve torunu ise yedi sekiz yaşlarında. Ve anneanne torununa ne söyledi biliyor musunuz? "İnşallah öldürür seni de cenazeni götürürüm eve!"

Çocuk belli ki sağlıklı yetiştirilmemiş, ortada. Ama anneanne ise çocuktan beter bir kişilik sahibi bence. İçi kararmış bir toplum partikülü diyor başka bir şey diyemiyorum. Değerli toplum partikülleri ziyaretçilerimiz lütfen siz siz olun yakın çevrenize böyle zehirli sözler sarfetmeyin..

Toplumsal

Otobüs Durakları- Toplum ve İett Halleri

Bu yazıyı yazmak imkanı bulduğum için o kadar mutluyum ki anlatamam..! Nedeni ise ya sinir olduğum toplum parçaları ile ya kavga edecek olmam ya da en azından burada yazıya dökerek rahatlamamdır. Kavga tercih edeceğim bir yol değil. Çünkü toplum parçaları üç-beş kişiden oluşmuyor. Bir yığından bahsediyoruz. Konuya gelirsek eğer... Paylaşmak istediğim ilk bozuk kültür örneği İETT otobüs duraklarında gördüklerim ve bizzat olayların içinde yer aldığım can sıkıcı bazı durumlar olacak..
Bunlardan ilki otobüs geldiği zaman insanların birbirlerinin önüne atlamaları. Otobüs kaçıyor ya hani...! Önce binmek lazım belki cam kenarı boştur! Oysa ki otobüs ağzına kadar dolu zaten. Öyleyse ayakta durmaya konforlu bir yer lazım insana, nedeni belki de budur..?
Ne olursa olsun ben oturacağım mantığı var. Boşalan bir koltuk olduğu zaman etrafını inceleyip de ihtiyaç sahibi olabilecek biri var mı diye kontrol eden yok. Ya da gerçekten yaşlı bir insan varsa yer vermeye tenezzül bile etmeyen bir çok insan var. Bunların yerine ben utanıyorum genç olduğum için. Yüzlerine bakıyorum sert sert. Ama nafile! Onlar da bu toplumun bir parçası haline gelmişler.
İnsanlar özellikle akşam eve dönerken stressli oluyorlar ve birbirlerine sataşmak için en küçük nedenler büyüyor. Bir cam açma olayı bile kavgaya dönebiliyor. Ve yine toplumsal duyarlılığı yüksek insanlar az da olsalar aradan çıkıp olayı yatıştırıyorlar. Diğer toplum parçacıklarına kalsa kavgada taraf olup stress atmak isteyeceklerdir. Bu İETT ortamlarında çok sık yaşadığım toplumsal bir olay haline geldi.
Genel bir özet ile devam edecek olursak eğer insanların bencil bireyler olarak bencil bir toplum yapısı oluşturduklarını görüyoruz. Bir bir daha iki, iki iki daha üç derken benciller ordusu bir toplum haline gelmiş. Hiç kimse diğerine jest olsun diyerek yol vermiyor ki. Veya gerçekten ihtiyacı var, yorgun, yaşlı deyip de yer vermiyor bir diğerine. Otobüs daha durağa yanaşmadan önüne atlayanları göreceksiniz mutlaka. Toplum toplum dedikleri bir ceza olsa gerek diyorum başka bir şey diyemiyorum.

Neden Bu Blog?

Sonuçta hepimiz bu toplumun bir parçasıyız. Genelde bireyler olarak varız toplumda ama biz bir başımıza hiçbir şey ifade etmiyoruz. En azından anlatmak istemediğim tek başına bir bireyin toplumu değiştirme şansının olmaması.

Cidden de günlük hayatta o kadar enteresan olaylar ile karşı karşıya geliyoruz ki insanın bazen inanası gelmiyor. Durum gerçekten de bu boyutta. Öyle saçma şeyler oluyor ki birey utanıyor insanlığından. Ve neden "toplum" diyoruz da "birey" demiyoruz. Sebebi ortada aslında: Çünkü artık dengesizlik genele yayılmış durumda. Sömürgenlik, üretmeme, kişinin kuyusunun kazılması, dışlama, kıymet bilmeme, kötü olma yarışı gibi kavramlar toplumumuzda geçerlik kazanmaya başladıkça duyarlı bireyler baskı altına girmekteler..

İşte karşılaştığımız bu gariplikleri burada sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Sizlerden de örnekler alabilirim bunun için. Zaten burada olma nedenimiz bir. Eğer bu satırları okuyorsanız geliş amacınız bellidir. Toplumsal duyarlılık sahibi arkadaşlarımızı bekliyoruz.

Daha Üsturuplu, Bireye Ceza Olmayan Bir Toplum Dileğiyle..!
Merhabalar Efendim.... :)

Toplumsal