31 Temmuz 2007 Salı

Cumhurbaskanligi Secimleri - Can Dundar

Köşk Yolunda 2 Kaza

Köşk'e çıkan protokol yolu sarp bir yokuştur; tırmanması zordur.
O yokuşta yaşanmış iki cumhurbaşkanlığı kazası anımsatacağım bugün...
İkisini de tanıklarından dinlemiştim.
İlkini Milli Birlik Komitesi (MBK) üyesi Sıtkı Ulay anlatmıştı.
1961'in ekim ayı...

27 Mayıs yönetimi işbaşındaydı.
Seçimleri, devrilen DP'nin devamı sayılan partiler kazanmıştı.
Asker yeniden müdahale eğilimindeydi. Devreye İsmet Paşa girdi. Askerleri belli koşullarla siyasete karışmamaya ikna etti. Koşullardan biri, 27 Mayıs lideri Gürsel'in Köşk'e çıkmasıydı.
İşte o kritik günlerde bir isim adaylıkta ısrar etti:
Prof. Ali Fuat Başgil...

Başgil, eski DP'lilerin sevgi gösterileri arasında adaylığını açıklamaya Ankara'ya geldi. Başbakanlığa çağrıldı. Orada kendisini iki MBK üyesi bekliyordu.
Sıtkı Ulay, lafı çevirmeden kendisine şöyle dedi:
"Hoca, bil ki sen cumhurbaşkanı olursan ne top atılır, ne tören yapılır. Senin cibin hazır. Koyacaklar seni bir cibe... Yukarıda bir yere götürecekler. Orada akıbetin meçhul. Belki Etlik'te mezarını bile hazırlamışlardır."

Hoca, o gün adaylıktan vazgeçip Ankara'yı terk etti.

İkinci örneği Bülent Ecevit anlatmıştı.

Bu olaydan 12 yıl sonra...

Yıl: 1973.
12 Mart'ın kudretli generali Faruk Gürler, Genelkurmay Başkanı oldu. Cevdet Sunay'ın boşalttığı cumhurbaşkanlığına aday olmak için istifa etti. Kontenjan senatörlüğüne atandı.
Ordunun adayıydı. Seçimine kesin gözüyle bakılıyordu. Aleyhte haberlere sansür konmuştu. Seçilmezse askerin yeniden darbe yapacağını ima eden "Bir gece ansızın gelebilirim" şarkısı dillerdeydi.

Seçimin yapılacağı 13 Mart günü Ecevit Meclis'e geldiğinde etrafın silahlı askeri birliklerce kuşatıldığını gördü. İçeri milletvekilleri ve gazeteciler dışında sivil giyimli hiç kimse alınmıyordu. Parlamento koridorları yüksek rütbeli subaylar ve öfkeli generallerle doluydu. Koridorda rastladıkları milletvekillerine, Gürler'e oy vermeleri için baskı yapıyorlardı. Ecevit, tanıdığı bir general tarafından telefonda ölümle tehdit edildi.

Oturum başladığında izleyiciler arasında Genelkurmay Başkanı ve tam 52 general vardı. Tankların şehre girmek için emir beklediği söylentisi yayıldı.

Bu ortamda oylamaya geçildi.
Milletvekillerinin önünde birbirinden beter iki seçenek vardı:
İki yıl önce meşru hükümeti deviren askerlerin adayını seçmek... Ya da seçmeyip yeni bir müdahale için askere koz vermek...

Sonuçlar açıklanınca herkes şoke oldu:
AP'nin adayı, Gürler'e büyük fark atmıştı.
AP ve CHP'liler silahlı baskıya direnmişlerdi.
Ecevit'i ertesi gün Genelkurmay'a çağırdılar. Eşiyle helalleşti. Ama gidince Genelkurmay Başkanı Org. Sancar hiç ummadığı bir şey duydu:
"Meclis şahsiyetli davrandı. Biz cumhurbaşkanlığı seçiminden elimizi çekiyoruz. İstediğinizi seçin."

Bu, Meclis'in 12 Mart rövanşıydı.
Bu örnekleri anlatınca "Hükümeti askeri müdahaleyle tehdit ettiğimiz" sanılıyor.
Tersine, müdahale dönemlerinin tamamen kapanmasını istediğimiz için yazıyoruz bunları...
Sadece şunu söylüyoruz:
1961'in yeniden yaşanmaması için 1973 örneği iyi incelenmelidir:
Sivil uzlaşma, her müdahalenin üstesinden gelir.

Ama inat ve dayatma, her türlü belaya gebedir.

20.06.2006

Başbakan’a bir belgesel tavsiyesi

15 yıl önce Mehmet Ali Birand ve Bülent Çaplı ile birlikte hazırladığımız, büyük tartışmalar yaratan, 10 bölümlük "Demirkırat" belgeselini TRT yeniden yayımlıyor pazar geceleri...
Keşke vakti olsa da Başbakan Erdoğan da izleyebilse...
Ders alınacak o kadar çok şey var ki...

Belgeselin ilk bölümlerinde anlatılan DP ile AKP arasında pek çok benzerlik var.
DP de AKP gibi ciddi oy oranıyla iktidara gelmiş, kitlelere büyük umutlar vermiş ve ilk yıllarda önemli reformlara imza atmıştı.

İlk elde Türkçe ezan mecburiyetinin kaldırılması gibi kararlarla dindar kitleye göz kırpmıştı.
Amerika'nın gözüne ve NATO'ya girebilmek için sınır ötesi bir savaşa asker göndermeye "Evet" demişti.

Balayı döneminde basının, iş çevrelerinin, üniversitenin, Washington'un desteğini hep arkasında hissetmişti.

Ama ben Başbakan'a özellikle 5. bölümden sonrasını izlemesini tavsiye ederim.
Çünkü, DP'nin iktidarda 4. yılını anlatan o bölüm ve sonrası, iktidarda 4. yılını yaşayan AKP için gerçek bir ders niteliğindedir.

Neler olduğunu özetleyeyim:
Kitlelerin ilgisi DP'nin başını döndürür.
Başbakan buna güvenir ve "Halk arkamda" duygusuyla hırçınlaşır.
Kendisine oy vermeyen illeri cezalandırır.
Yargıçları ve öğretim üyelerini karşısına alır.

Bugün Emin Çölaşan'a yapılana benzer baskılarla muhalif gazetecileri sıkıştırır. Hüseyin Cahit Yalçın'ı 80 yaşında hapse attırır.

Parti içinde "Bu, iyiye gidiş değil" diyenlere kulak asmaz.
O 5. bölümde, bir başka gelişmeden de söz edilir:
Ordu içinde "Vatan elden gidiyor, bir şeyler yapmalı" diye başlayan sohbetlerin başladığı dönem de o dönemdir.

İlk hücre örgütleri o dönemde kurulur, iktidarı devirme yemini için silaha el konulur, hatta iktidar yanlısı olarak görülen Genelkurmay Başkanı'na bile tepki duyulur.
Son bölümlere doğru Başbakan bazı rektörleri "Kara cübbeliler" diyerek hedef gösterecek, iş çevrelerini "Bizden olanlar ve ötekiler" diye cepheleştirecek, muhalefetle ilişkileri sürekli gerecek ve büyüyen yolsuzluk söylentilerinin üzerini örtecektir.

Gidişatı gören Washington desteğini çeker.

1960'a gelindiğinde birileri Başbakan'a "Köşk'e sen çık, cumhurbaşkanı ol" der. Bunu diyenler arasında dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Cemal Gürsel de vardır.
Ki Menderes devrildiğinde Köşk'e çıkan, o olacaktır.

Şimdi muhalif gazetecilerin hesapları didikleniyor, rektörler hedef haline sokuluyor, ABD ile ilişkiler geriliyor, iş çevrelerinin "Cepheleştirme" diyen uyarılarına kulak asılmıyor, yolsuzluk söylentilerinin üstüne gidilmiyor, parti içi muhalefete tahammül edilmiyor ve bir yandan Köşk hesapları yapılırken, bir yandan da çeteleşme haberleri yayılıyor ya...

Başbakan'a tavsiyem odur ki pazar geceleri önce haberleri, sonra belgeseli izlesin.
Yarım asırlık bu zaman tünelinden geçsin.

Evet, belgeselin son bölümü Türkiye için yüz karasıdır.
Ancak ilk bölümleri iyi izleyenler, son bölümün nasıl önlenebileceğini görebilirler.

22.05.2001
Eşiniz Sizi Ele Verir

Geçenlerde bir yazıda "Hep kendine benzeyenlere tutulur insan" demiştim, "...çünkü her aşkta kendini arar..."

İspat için de basit bir oyun önermiştim:
Türkiye'yi hiç bilmeyen birine iki sütunda 5'er isim verin:
Süleyman, Bülent, Özer, Mesut, Necmettin...

Rahşan, Tansu, Nazmiye, Nermin, Berna...

Ona bu isimlerin özelliklerini anlatın ve bunları eşleştirmesini isteyin. 5'te 5 tutturduğunu hayretle göreceksiniz.

Ya da daha basitini yapın:
Ona iki ayrı "Semra" anlatın; hangisini Turgut Özal'a, hangisini Ahmet Necdet Sezer'e yakıştırdığını sorun.

Yine doğrusunu bilecektir.
Yazının çıktığı hafta Amerika'daydım. Bir okurum "Sizin oyunu Amerikalı bir arkadaşımla oynadık" dedi, "Gerçekten de 5'te 5 tutturdu".
Öyledir.

Eşiniz, sizi ele verir.

Hayatınızın bu en kritik tercihinde, artılarınız ve eksileriniz, erdemleriniz ve kompleksleriniz, müttefik aradığınız tutkularınız, gizlemeye çabaladığınız defolarınız, tamamlamaya çalıştığınız noksanlarınız, kendinizde arayıp bulamadıklarınız, olmak isteyip olamadıklarınız gizlidir.
Bir ara en büyük hayalim, "first lady"ler (başkadınlar) üzerinden alternatif bir Türkiye belgeseli yapmaktı. Eşlerinin kimi zaman arkasında, kimi zaman yanında, kimi zaman önünde duran bu kadınların portreleri, bize hem "zirvedeki adam"ın arka cepheden çekilmiş bir fotoğrafını, hem de Türkiye'nin dönemden döneme renk değiştiren eşsiz manzarasını sunuyordu.
Latife Hanım, yeni Türkiye'ye örnek olmak üzere seçilmiş, "model" olsun diye evlenilmiş bir misyonerdi. Okur yazar, cevval, hırslı ve müdahaleciydi. Tıpkı eşi gibi...
Mevhibe Hanım, gölgede kalmayı seçmiş fedakar bir adamın gölgesinde fedakar bir hayatı seçmişti.

Berin Hanım, kocasının akıbetinin çok daha ağırını yaşamaya mahkum edilmişti.
Rahşan Hanım'ın halinde, tavrında, kişiliğinde seçtiği hayat arkadaşı gizliydi.
Nazmiye Hanım, karısını ön plana çıkarmak istemeyen tipik bir Anadolu erkeğinin eşiydi.
Nermin Hanım'da örtünmeyi seçen bir dönem kadınlarının dünyasını görmek, Semra Hanım'da "alaturka - modern" bir devrin izini sürmek mümkündü.

İsteyen bu listeye Özer Bey'i de katabilir ve ona bakıp karısını tanıyabilirdi.
Son iki günde gazetelerin 1. sayfalarını süsleyen iki yeni "first lady", yargılarımı pekiştirdi.
19 Mayıs'ta şeref tribününde gözyaşı döken Semra Sezer, tıpkı eşi gibi, fazla ön plana çıkmayı sevmeyen bir kişilik... Bir yandan evlatlar yetiştirirken, öte yandan kamuya hizmet etmeyi şiar edinmiş bir emekli öğretmen... Gösterişsiz, sade ve sevecen... Şimdi Köşk'te hem mesleğine, hem Batılı "first lady"lerin hizmet geleneklerine uygun bir eğitim kampanyasına imza atmaya hazırlanıyor.

Catherine Derviş, yurtdışında kendi halinde yaşarken bir anda Türkiye'ye "tayini çıkmış" ve gelir gelmez gazetelerin manşetine yerleşmiş bir kadın... Bu tanımın ve çehresindeki ışıltılı gülümseyişin eşininkine ne kadar benzediğini belirtmeye gerek var mı?

Dedim ya, "Seçtiğiniz eşler, yaşadığınız sevdalar otobiyografinizin sizi ele veren birer sayfasıdır".
Kadınlar üzerinden bir Türkiye tarihi yazmak ne güzel olurdu değil mi?

14.08.2000
El Ense
Bir sahneyi hiç unutmuyorum: Ahmet Necdet Sezer'in Cumhurbaşkanı adayı olarak ilan edilişinin ertesi günü Anayasa Mahkemesi'nin kuruluş yıldönümüydü.
Mahkemenin tören salonunda La Traviata'nın notaları uçuşurken deneyimli bir hukuk muhabiri kulağıma eğilip "o sabah savcıyla konuştuğunu" söylemişti.

"Savcı", kritik noktalarda önemli çıkışlarıyla tanınmış bir hukukçuydu.
Devletin sesiydi.

"Ne diyor" diye sordum.

Muhabir arkadaşım gözlerini, en önde Cumhurbaşkanı Demirel'le yan yana oturan Anayasa Mahkemesi Başkanı'na dikerek savcının cümlesini aktardı:
"Sezer seçilirse son kale de düşer."
"Son kale", Çankaya Köşkü'ydü.

Devletin "derin"lerine kök salanların Sezer'den hiç hoşlanmadıkları ilk günden biliniyordu. Çünkü Anayasa Mahkemesi Başkanı olarak yaptığı iki "zehir zemberek" konuşmada Sezer, sınırsız ifade özgürlüğünü savunmuş, dil yasağının kaldırılmasını istemiş, 12 Eylül Anayasası'na karşı çıkmış, Yüksek Askeri Şura kararlarına yargı denetiminden yana tavır koymuş, savaş hali bahane edilerek özgürlüklerin askıya alınamayacağını söylemişti.

Bunlar, Ankara'nın "hassas tüyler"ini diken diken etmişti.

İlk günlerde Sezer'e yönelik kamuoyu desteği nedeniyle "iki adım geri" gidenler, geçen hafta, "Artık bir 'Hoş geldin Partisi'nin vaktidir" diyerek "bir adım ileri" attılar.
Tahminim odur ki, son faşizan kararname, Sezer'in "temel hakların yasayla düzenlenmesi"ne dair hassasiyeti bilinerek ve ona rağmen "istendi."

"Son kale"nin sakinini köşeye sıkıştırmak için de, kararname çıkmazsa devletin 1-2 gün içinde bölücülerle mürtecilerin eline düşeceği havası yaratıldı.
"İyi saatte olsunlar", "hukuk" taşını oynayan Sezer'e karşı "güvenlik" taşıyla "Şah" çektiler.
Mat oldular.

Güreşte buna "el ense çekmek" derler.
Karakucak için kispet giyip harman yerine çıkan pehlivan, gösterişli bir peşrev faslından sonra hasmını ensesinden sertçe kavrayıp şöyle bir "tartar."
Pehlivan bu "ilk şaplak"ta sendelerse rakibi, artık oyun boyunca onunla kedinin fareyle oynadığı gibi oynar ve ilk kündede pes ettirir.

Rakip sıkı durursa bu, kolunun kolay bükülmeyeceği anlamına gelir.
Köşk'te "peşrev faslı" geçen hafta bitti.
"İlk şaplak", yeni başpehlivanın, eskisi kadar kolay lokma olmadığını gösterdi. Sezer, el ensede sağlam durduğu gibi bir de "arkaya dolaşıp iki puan aldı."
"Devlet krizi" denilen şey, bundan ibarettir.
Ben buna "sinir krizi" demeyi tercih ederim.
Taraflar birbirini tarttı; nereye kadar diş geçirebileceğini gördü.
Bu hafta "kapışma", "yatışma"ya başlayacaktır.
Peki kararname ne olacak?

Kendisine bağlanan umutların boşa olmadığını gösteren Sezer, "gündelik istikrar" için "hukukun istikbali"ni yakacak mı?

Mecburen imzalayacak mı?

Yine bir hatırlatmayla yanıtlamaya çalışalım.

Sezer, Cumhurbaşkanı seçildiği gün, askerlik albümünü yayınlamıştık. Orada "Topçu subayı Sezer"den "dikbaşlı arkadaşımız" diye söz ediliyor ve şöyle deniliyordu:
"Sezar'ın hakkını Sezar'a vermek gerek. Bir gün baba hocamızın 'Sen Sezar'ın nesi oluyorsun' sorusuna şu cevabı verdi:
'Babam bir zamanlar Roma'ya uğramıştı.'
Hiç öyle altta kalacak cinsten değildir yani..."
Kimse "altta kaldım" diye yerinmesin, "üste çıktım" diye sevinmesin. Karakucak, daha yeni başlıyor.

29.05.2000
İkinci adamlar
"İkinci adamlar" üzerinden bir tarih kitabı yazılsa ne ilginç olurdu kimbilir...
"Birinciler"in gerçek ruh hallerini oradan okurduk.
Çünkü ikinci adamlar, birincilerin izdüşümüdür.
"Birinci adam"ı anlamak için seçtiği "ikinci"ye bakmak kafidir.

Meral Akşener'de Çiller gizlidir.
Hüsamettin Özkan'da Ecevit.
İnönü'de Atatürk...

Belki geçen hafta Cumhurbaşkanlığı genel sekreterliğine atanan Kemal Nehrozoğlu'nda da Ahmet Necdet Sezer'in ipuçları vardır.

"İkinci adam"ın yeteneği, "birinci adam"ın kendine güveniyle doğru orantılıdır.
O yüzden "yetenekli ikinci"lerin sırrını liderlerinin özgüven duygusunda aramak gerekir. Yeteneksizlerin nedenini ise birinci adamın koltuk hırsında...
Koltuk tutkunları yardımcılarından deha değil, sadakat beklerler. Çünkü "ikinci adam," sadece liderine kalkan olan bir paratoner değildir; aynı zamanda gizli rakibidir liderinin...
Birinci adam halef seçerken, kendi tolerans sınırlarını da ortaya koyar. Birincisinin korkuları, zaafları, ihtirasları, ikincinin kişiliğinde saklıdır.

Shakespeare, "Sezar"a zaferleri şerefine düzenlenen bir şölende şunları söyletir:
"Cassius çok düşünüyor, çok okuyor, sürekli gözlüyor, müzik dinlemiyor, nadiren gülümsüyor. Böyleleri tehlikelidir. İhtirasları yeteneklerinden büyüktür."
Ama Cassius'tan korkan Roma İmparatoru, sonunda hayran olduğu "sadık" Brütüs tarafından hançerlenecektir.

"Birinci Adam"la "ikinci adam" arasındaki ilişkinin labirentleri itaatin, itimadın, iftiranın, inancın, ihanetin taşlarıyla döşenmiştir.

Kimin ne zaman hangi taşa basacağı belli olmaz.
Çankaya'daki briç masasına Şeyh Sait isyanının şifresi ulaştığında Mustafa Kemal, bunu Başvekili Fethi (Okyar) Bey'e göndertmişti. Fethi Bey, oyunun en heyecanlı yerinde gelen şifreye şöyle bir göz atmış, "Sonra bakarız" deyip geri uzatmıştı. Mustafa Kemal bunun üzerine yaveri yanına çağırıp, "Şimdi bunu İsmet Bey'e götür" demişti. İsmet Paşa, şifreyi okur okumaz oyunu bırakmış ve iskemlesini çekip çare düşünmeye başlamıştı.

"İşte farkları" diye mırıldanmıştı uzaktan gözleyen Mustafa Kemal...
Bir hafta sonra "ikinci adam" koltuğuna İsmet Paşa yerleşmişti.
Aynı İsmet Paşa, yıllar sonra başvekillikten azledilip devrik bir adam olarak gittiği Ankara stadyumunda coşkuyla alkışlanınca korkuyla stadı terk edecek ve Meclis'te bu alkışların hesabını vermek zorunda kalacaktı.

"İkinci adam"a ışığa çıkmak değil, gölgede durmak yakıştırılır.
Mesaisinin çoğu, "birinci"nin açığını kapatmak, başarısını abartmak, koltuğunu kabartmakla geçer.

Hüsranlarda cesaretle, sorumluluğu yüklenir, ama zaferlerde tevazuyla kendini gizlemeyi bilir. Elleriyle hazırladığı zafer tacının, "birinci"nin başına takılışını sessizce alkışlar kenardan...
Olayların tam odağında olduğu halde fotoğrafların hep arka planındadır.
Bütün oyunu sırtında taşısa da, son sahnede olgunlukla kenara çekilmek ve alkışları başroldekine yöneltmek zorundadır.

Ancak gün gelir, hep gölgede yaşamanın ışıksızlığından körelir sadakati...
Her şeyi bilip söylememek, zaferler kazandırıp övünememek, "birinci" olabilecekken "ikinci"likle yetinmek, ezer kişiliğini...

Bilinçaltı taşar, birikmiş komplekslerini dışa vurur. Haksızlığa uğramışlık duygusuyla "Başrol benim hakkım" diye patlar.

Tarih, nadiren onlara "birinci adam" olma şansı tanımıştır. Çünkü birinci adam devrilince, ikincilerin üzerine düşer genellikle...

Geçmişimiz, birincileri varetmiş "ikinci adamlar"la, ikincilerin omuzunda yükselmiş "birinci adamlar"ın hazin hikayeleriyle doludur.

Onların ilişkileri üzerinden bir tarih kitabı yazılsa, o kanlı labirentlerde ne çok kırık kalp, gizli hınç, ezik kişilik, bastırılmış ihtiras ve saplanmış, saplanamamış hançer bulunacaktır kimbilir...

20.05.2000
Mercedes zirveden kovuldu
Arabalar üzerinde bir tarih denemesi

Türkiye'nin otomobil macerası, siyasi hayatının da aynasıdır. Ülkenin direksiyonunu tutanların kişiliği, arabalarının direksiyonuna kazılı markadan yansır adeta...
"Çankaya'nın otoparkı", iktidarın fikriyatını ele verir. İşte bu anlamda da bir devrim yaşandı geçen hafta: 20. yüzyıl başında başlayan "Araba sevdası", yüzyıl sonunda bitti. Başbakanlıktan sonra Cumhurbaşkanlığı da yerli otomobilcilere gitti.

İLK ARABA MERCEDES
Otomobile binen ilk Osmanlı padişahı, Sultan V. Mehmet Reşat'tı...
Padişaha bu araba 1. Dünya Savaşı sırasında alınmıştı.
Markası Mercedes'ti...
Türkiye'de araba sevdası, Mercedes markasıyla yaşıttı yani...
Mustafa Kemal Paşada, Ankara'ya artık kullanılamayacak kadar eskimiş bir Mercedes Benz otomobille gelmişti. Ankara Başkent olduktan sonra caddelerde tek tük otomobiller görülür oldu. Türkiye'nin ABD ile yakınlaştığı 1950'lerde Demokratlar yepyeni, üstü açık Amerikan arabalarıyla çıkageldiler. Devrilen İsmet Paşa, Çankaya'yı terk ederken eşi Mevhibe Hanım'a "Artık arabamız olmayacak" diyordu; "Şehre otobüsle gidip gelmeye hazır mısınız?"
1960'ta Demokratları deviren 27 Mayısçılar, onların Amerikan arabalarına inat, yerli bir arabanın peşine düştüler, ilk yerli otomobil, Cemal Gürsel'in
cumhurbaşkanlığı döneminde Eskişehir'de yapıldı.

DEVRİM DURUYOR
İsmi, Devrim takıldı.
Ancak daha ilk denemede, hem de içinde Cemal Ağa varken duruverdi Devrim... Deposuna benzin koymayı unutmuşlardı. 27 Mayıs'ın kaderi de bir süre sonra "Devrim"in kaderine benzedi. 1965'te ülkenin direksuyonuna yeniden Amerikan arabasına binenler geçti. Bu arada Cevdet Sunay döneminde Cumhurbaşkanlığına bir Mercedes limuzin alındı.
Zamanında pek görkemliydi, ama sonra...
Hurdalıkta işportaya düştü. Mercedes'in yeniden iktidar olması için ülkenin Turgut Özal'a kadar beklemesi gerekti.

MERSEDES İKTİDARDA
1980'lerde, Türkiye tarihinde ilk kez bir Başbakan bir Mercedes'in direksiyonuna oturdu ve karısına "Tak bir kaset de dinleyelim" dedi. Mercedes, iktidar olmuştu adeta... Her ne kadar cumhurbaşkanının kızına hediye edilen bir arabadan ötürü Jaguar, Mercedes'e rakip çıktı ve bir partiye amblem olduysa da döneme damgasını vuran araba Mercedes oldu. Mercedes; Tanju Çolak, Kompela, Kaya Çilingiroğlu, Sisi gibi dönemin spor-magazin dünyasının yıldızlarının araba davalarının konusu, "Emmoğlu" türünden arabesk kliplerin başrol oyuncusu ve kurşunlara karşı İbrahim Tatlıses gibi starların koruyucusuydu artık. Lakin Mercedes'in altın dönemi 1990'larda bir kamyonun altında sona erdi. Mercedes'le birlikte adeta topyekün bir siyasi anlayış da Susurluk'ta can verdi. Artık reklamların alay konusuydu Mercedes...
Audi gibi Alman rakipleri onu "görmemişlerin tercih ettiği marka" olarak karaladılar.

GÖZDEN DÜŞÜYOR
İşte yeni dönemin araba anlayışı, o dönemde ortaya çıktı. Mercedes'ler parka çekildi ve "yerli mallar haftası"yla büyümüş kuşaklar yerli üretim arabaların koltuğuna yerleşti. Erdal İnönü'nün Başbakan yardımcılığı döneminde Mercedes türü gösterişi makam arabalarını reddederek başlattığı bir gelenek, çok kısa sürede ortanın solundaki herkese sirayet etti.
Bülent Ecevit, seçim kampanyası boyunca bir minibüse, sonra da Başbakanlık'ta mütevazı bir Kartal'a veya yerli üretim Renault'a binerek "Güzel arabası olup maalesef ruhu olmayan"onun için de hiç şansı bulunmayanları çileden çıkarttı.

VE BAYRAK KÖŞK’E
Seçmen Ecevit'te simgeleşen bu eğilimi o kadar tuttu ki, Başbakanlıktan bir süre sonra Köşk'teki limuzinciler de tasfiye oldular.

Ve nihayet Anayasa Mahkemesi Başkanlığı döneminde "Mercedes'e hayır" kampanyası açıp Toyota'ya binen Ahmet Necdet Sezer de görevi devraldığı gün Köşk'e limuzinsiz çıkarak Ecevit'in açtığı "yerli üretim otomobil" çağının bayrağını Çankaya'ya dikti.
Böylece 20. yüzyıl başında bir Sultan'ın Mercedes'e binmesiyle başlayan 100 yıllık araba sevdası, yüzyıl sonunda bir Cumhurbaşkanının Mercedes'ten inmesiyle sona erdi.

06.05.2000
Altta kalacak cinsten değildir
Cumhurbaşkanı Sezer nasıl bir kişiliğe sahip? Bunun cevabını aramak için 35 yıl öncesine uzanıyoruz...
Askerlik albümünde Sezerle birlikte bir ad daha göze çarpıyor: Köşk yolundaki rakibi Sadi Somuncuoğlu...
Herkesin "Nasıl bir adam acaba" diye meraklandığı Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer için bir ipucu cümlesi 35 yıl önceki bir albümde yeralıyor.

Bu, Sezer'in askerlik albümü...
Sezer, askerliğini Polatlı Topçu Okulu'nda "65-24.Dönem"de yedek subay olarak yapmış. Albümde yedek subayların topçu okulunda nasıl soba başında sohbet edip dertleştikleri, atış alanında zeytin ekmek, helva yedikleri, çeşme başında yan yana traş olup koğuşlardaki dizi dizi ranzalarda yattıkları da fotoğraflarla belgelenmiş.
Tabur arkadaşları o dönem "nişanlı bir genç ve bir hakim adayı olan 2280 Ahmet Necdet Sezer" için albüme şu satırları yazmışlar:

"DİKBAŞLIDIR..."
"Sınıfımızın ismiyle ters orantılı kıdemlisine vekalet eden bu arkadaşımızın ne geldiyse başına, hep o gözlere bakmaktan geldi. İyi niyet kıran o gözlere bakmaktan sonradır ki dikbaşlı arkadışımıza çok şeyler oldu birbiri peşi sıra... Üzüntüler içinde kaldı, hani bekar olsa ne ise, ama serde nişanlılık, hem de yeni nişanlılık vardı. Belki bu sebepten Gündüz ve Ziya ile sık sık 'el çek tabip el çek yarem üstünden' şarkısını söyleyip durdu. Bu esnada Sezar'ın hakkını Sezar'a vermek gerek. Bir gün baba hocamızın `Sen Sezar'ın nesi oluyorsun' sorusuna şu cevabı verdi: 'Babam bir zamanlar Roma'ya uğramıştı.'
Hiç öyle altta kalacak cinsten değildir yani..."
Talihin garip cilvesi, yıllar sonra cumhurbaşkanlığı için yarışacak iki ismi 1965 yılında Polatlı'da bir araya getirmişti.

Ahmet Necdet Sezer ve Sadi Somuncuoğlu...
Öğrenimini Ankara İktisadi Ticari İlimler Akademisi'nde yapan "2461 Sadi Somuncuoğlu" için albümde yazılan not daha da ilginçti:
"Şen şakrak bir arkadaşımızdır. Horlama sistemi o kadar orjinaldir ki, yeri bir türlü nöbetçiler tarafından kestirilemez. Oturaklı konuşmalarıyla ihtilafları çabucak halleder. İmtihanlarda attığını kaçırmaz. Hayatta başarılar dileriz.

KOMUTAN: KEMAL YAVUZ
Albümün ortaya koyduğu daha da ilginç bir ayrıntı ise o dönem Topçu Okulu'nda bölük komutanı olan topçu yüzbaşının adının Kemal Yavuz olması...
Kemal Yavuz, bilindiği gibi yıllar sonra kamuoyunun karşısına Harp Akademileri Komutanı bir orgeneral olarak çıkacak, emekli olduktan sonra da "Türk Silahlı Kuvvetleri'nin sesi" olarak yorumlar yapacaktı.
Sezer'in dönem arkadaşları arasında başka ilginç isimler de var:
"Albüm Komitesi"nde gazeteci ağabeyimiz Hüsamettin Çelebi yer alıyor.
Albümde Çelebi'nin "gideceği bataryada topları gizleme ağları ile değil, günlük gazetelerle kamufle edeceği" belirtiliyor.
İşte bir topçu daha: Vecdi Gönül...

Albüm notunda şunlar yazıyor:
"Birçok ilçede kaymakamlık yaptıktan sonra bu sıfatının burada da sökeceğini sanmış, aldandığını anlayınca çok üzülmüştür. Mamafih her şeye rağmen, kaymakam pozundan hiç ayrılmamaya dikkat etmiştir. Derslerde devamlı uyumasına rağmen, bunu hocalara çaktırmayan tek arkadaşımızdır."
Aynı dönemden "2225 Yener Dinçmen"in fotoğrafının karşısında ise şu not yer alıyor:
"Devamlı heyecanlı, daimi endişeli bir tiptir. Nişanlısından mektup gelince sevinir, izinsiz kaldığında kahrolur. O'nun nazarında askerliğin zorluğu, nişanlısından ayrı bulunmaktadır. Mübalağacı bir zekaya sahiptir. Mesela 2 saat çalışır, 15 dakika çalıştığını söyler. Yürüyüşlerde flamacılık yaptı ama flama ile Yener'i ayırdetmek her sağlam gözün harcı değildir. Sabahleyin yataktan kaldırmak için birlik komutanı posta gönderecek neredeyse. Arkadaşlar arasında esprilerinin hoşluğu, şakaya tahammülü ile tanınmış ve sevilmiştir.

EN ÜSTTE
Sezer'in Topçu Okulu'ndan komutanları ve sınıf arkadaşları siyasetin, bürokrasinin, iş hayatının önemli noktalarına yerleştiler.
Ancak "Hiç öyle altta kalacak biri olmadığını" daha askerdeyken kanıtlayan Sezer, dün "en üste" çıkmayı başardı. Ve kendisini ilk kutlayan ise, 35 yıl önce uğruna "El çek tabip el çek" diye şarkılar söylediği eşi Semra Sezer oldu.

01.05.2000
Herkesin Sezer’i Kendine
Cumhurbaşkanlığı seçimi için ilk turun yapıldığı gün Güneydoğu yolundaydık. Oylama vakti gelince Adana karayolu üzerinde Bolkar dağlarının eteklerindeki bir lokantada durduk. Su içen geyikleri resmeden bir duvar halısının kenarındaki masaya ilişip televizyondan oylamanın sonucunu izlemeye koyulduk.

Bize çay taşıyan delikanlı yanımıza yanaştı ve merakla oy sayımını izlemeye koyuldu. Bir yandan da kendi öyküsünü anlatıyordu. Ali Dayı Lokantası 7 kardeşe babalarından miras kalmıştı. O gün bugündür 7 kardeş, bu mirasın kapısına kilit vurmamak için çalışıp duruyorlardı:
"7 koldan çalışıyoruz, bütün gelirimiz ayda 750 milyon lira..." dedi delikanlı... "Kamyoncu eskiden öğleyin durup burada yerdi. Şimdi parasızlıktan sabah kahvaltısını sıkı yapıp, akşama kadar ağzına lokma koymuyor. Geçinmemize imkan yok."
Bunları anlattığı sırada Meclis'te sonuçlar açıklandı. Ahmet Necdet Sezer açık farkla öndeydi.
"Abey" dedi bizim garson, "Sence bu Sezer Bey, derdimize derman olur mu?"
Aynı soruyu, Urfa Sipahi pazarında, satışların bu yıl geçen yıla göre yarı yarıya düşmesinden yakınan esnaf Sait'ten de işittim.

Harran'da turistlere gönüllü mihmandarlık yaparak vakit öldüren 26 yaşındaki Ali de "6 yıl önce askerden döndüm. Hâlâ işsizim. Yeni Cumhurbaşkanı'ndan iş, aş, eş istiyorum" dedi.
"Hani silahlar susunca bölgeye devletin eli uzanacaktı, hani siyasal, ekonomik reformlar yapılacak, paketler açılacaktı, ne oldu?" diye sordu.

Urfa'nın ardındaki dağların mağaralarında sıra gecelerinde meşk edenlerin sohbet sofrasında da, Balıklıgöl kıyısındaki taziye evinde ölüsüne ağıt yakanların gündeminde de, Mardin'e, Midyat'a yortu ayinine gelenlerin dilinde de aynı talepler, aynı sorular vardı.
"Bıçak kemiğe dayandı. Bu Cumhurbaşkanı derdimize çare bulur mu?"
Onlara dilim döndüğünce bunların Cumhurbaşkanlarının boyunu aşan sorunlar olduğunu anlatmaya çalıştım.

Ancak çoğu için devletin zirvesine yerleşen bu yeni "meçhul adam", çözüm getirmeyen eskilerden sonra yeni bir umut kapısı anlamı taşıyordu.
İşte o zaman herkesin yeni Cumhurbaşkanı'ndan ne kadar farklı beklentiler içinde olduğunu fark ettim:
Hükümet, istikrarı bozmayacak uyumlu bir Köşk sakini peşindeydi.
Meclis, bu seçimi, kısmen kendi varlığını kanıtlayacak, bir fırsat, kısmen liderler sultasına karşı bir direniş noktası, kısmen de parti içi dengelerinin bir hesaplaşma alanı olarak görme temayülündeydi.

Herhalde MGK, alışageldiği başkanı Süleyman Demirel'in daima alttan alan yaklaşımından sonra, "MGK kararlarının anayasal denetime tabi olmasını isteyen" bu yeni adayın Çankaya'da eski görüşlerinde ısrarcı olup olmayacağının merakındaydı.
Lakin ülkenin uzak sokaklarındaki adam için olup bitenin anlamı, ülkenin başına "yeni bir baba" seçilmesinden ibaretti.

Onun derdi, bari bu yeni "baba"nın şefkatli olup olmayacağıydı.
Şanlıurfa'da bir adamla tanıştık.
Soyadı "Negünlerekaldım"dı.
Öyküsünü sorduk, anlattı:
Soyadı Kanunu çıkarken Nüfus'ta babasına "Ne soyadı istersin?" diye sormuşlar.
"Toprak" demiş; "Onu aldılar" demişler. "Bayrak" demiş, "O da gitti" demişler, "Nimet" demiş, meğer o da çoktan gitmiş.
Sinirlenmiş bizimki,
"Yav işe bak, ne günlere kaldık" diye söylenmiş.
"Hah o isim boşta" diye sevinmiş nüfus memuru ve yazmış kütüğe:
"Ahmet Negünlerekaldım".
Ne günlere kaldık sahiden de!..
Meclis'ten umut kesilmiş, memleket, yeni Cumhurbaşkanı'ndan şefaat bekler halde...
10. Cumhurbaşkanı'nı seçmek üzere olan Meclis'e ve ağırlamaya hazırlanan Çankaya'ya kolaylıklar dileğiyle...

05.04.2000
Dışardan bakınca
"Dünyanın en büyük demokrasisi" sayılan Hindistan'da Ecevit'in ziyareti sırasında Hintli bir meslektaşımızla sohbet ediyorduk.
Türk heyetinin aklının fikrinin Türkiye'de olduğunu fark edince, "Hayrola, neler oluyor sizin ülkede" diye sordu:
"- Cumhurbaşkanlığı seçiminde kriz çıktı" dedim.
"- Neden" dedi.
"- Cumhurbaşkanının görev süresini kısaltmaya çalışıyorduk, ama Meclis Demirel'in süresini uzatmayı reddetti" diye özetlemeye çalıştım.
Kafası karıştı:
"- Hem süreyi kısaltmaya çalışıyorsunuz, hem de uzatmak mı istiyorsunuz" diye sordu:
"- Aynen öyle" dedim, "Bir Cumhurbaşkanı en fazla 5 yıl görev yapmalı" diye düşünüyoruz, ama Demirel'in fiili görev süresini 12 yıla çıkarmaya hazırlanıyoruz".
Hiçbir şey anlamadı.
"- Peki Meclis niye reddetti" diye sordu.
"- 400 milletvekili Demirel'in görev süresinin uzatılması için teklif verdi" dedim.
"- Eeee...?"
"- Sonra aralarından 100'ü kendi verdikleri teklife karşı çıktılar".
Anlamadı.
"- Boşver" dedim, "...bizim için bile anlamak zor..."
Kendisi ilk kez 1960 yılında Nehru'yla birlikte Türkiye'ye gelmiş, daha sonra da 1960'larda birkaç kez Türkiye'yi ziyaret etmiş.
Hindistan'da Gandhi sülalesi üç kuşaktır siyaset yaptığından Türkiye'yi de öyle bir yer sandı:
"- O zamanlar da bir Demirel vardı. Bu Demirel onun nesi oluyor?" diye sordu.
"- Ta kendisi" dedim.
Şaşırdı tabii...
"- Onu Evren devirmemiş miydi" diye sordu hayretle...
"- Devirmişti, ama Baba devrildiği yerden kalktığı gibi bir de Cumhurbaşkanı oldu" dedim.
"- Peki Evren ne oldu şimdi" dedi.
"- Demirel'in Cumhurbaşkanlığını destekliyor" dedim.
"- Kime karşı, Ecevit'e karşı mı" diye sordu.
"- Hayır. Ecevit'de destekliyor" dedim.
"- Peki niye darbe yapmış o zaman" diye sordu.
"- Boşver" dedim, "...bizim için bile anlamak zor..."

Tabii asıl ilgilendiği Ecevit'ti...
1970'lerde Ecevit-Demirel arasında kıyasıya rekabet olduğu yılları hatırlıyordu.
"- Herhalde Meclis'te Ecevit karşı çıkmıştır Demirel'in yeniden aday olmasına" dedi.
"- Hayır, o önerdi" dedim.
"- Artık rakip değiller mi" diye sordu.
"- Hayır, ortak oldular" dedim.
"- Kime karşı" diye sordu.
"- Eski ortakları Erbakan'a karşı" dedim.
"- Peki Demirel seçilemezse ne olacak" diye sordu.
"- Hem Köşk'te, hem hükümette, hem mecliste kriz çıkacak" dedim.
"- Nasıl çözeceksiniz peki" diye sordu.
"- Gizli oy veren milletvekillerini oy verirken gözleyeceğiz" dedim.
"- Yine çözülmezse ne olacak?" diye sordu.
"- Valla Tagore bilir" dedim.
"- Kolay gelsin. Sizin ülkede gazetecilik zor olmalı" dedi ve gitti.
Güldüm arkasından...
Siyaset bilmeden, nasıl "dünyanın en büyük demokrasisi" olmuş bunlar..?

11.03.2000
Fıkralarla Demirel tarihi
Cumhurbaşkanı, 20 yıldır, dilinin altındakini mizahın diliyle anlatıyor:

Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaşırken Süleyman Demirel suskun. Türkiye kendisini konuşurken, o, pozisyonu gereği yorum yapamıyor.
Aslında bu suskun kalma mecburiyeti, Demirel'in siyasal hayatında sık sık karşılaştığı bir durum.
Müdahale durumu doğduğunda, üzerine siyasi yasak konduğunda, Köşk'e aday olduğunda, partideki koltuğu dolduğunda cümleler hep boğazında düğümlendi, ama o hep içine atmak zorunda kaldı.
İşte bu tür durumlarda o, derdini anlatmak için çok bildik bir yol kullandı:
Fıkra anlattı.
Böylece yasakları çiğnemeden muhataplarına mesajını dolaylı yoldan yollamayı başardı.
Fıkra, Baba' nın dilinde bazen bir direniş çağrısına, bazen de bir alay etme, dert anlatma ya da sorun çözme yöntemine dönüştü.
Öyle ki, belli dönemlerde anlattığı fıkralar alt alta yazılınca ülkenin krizlerle dolu geçmişinin mizahi bir tarihçesi de yazılmış oldu.
işte fıkralarla son 20 yılın Demirel tarihi:

12EYLÜLDEN SONRA:
"Uçak yolculuğu sırasında çocuklar rahat durmuyorlarmış. Kabinde oradan oraya koşarak, uçağın dengesini bozuyorlarmış. Bu durumdan rahatsız olan Kaptan Pİlot, hostesi çağırmış ve 'Çocukları kontrol altına alın' demiş. Bir süre sonra uçağa sessizlik çökünce kaptan meraklanıp, hostesi çağırmış. 'Ne oldu?' diye sorunca, hostes şu cevabı vermiş: 'Uçağın kapısını açtım, "Çocuklar biraz da bahçede oynayın. Ben sonra sizi çağırırım" dedim.

DARBEYE KARŞI "NiYE TEDBİR ALMADIĞI” SORULDUĞUNDA;
"Hocanın evini hırsızlar soyunca komşular söylenmeye başlamış. 'Hocam, insan kapısını kilitlemez mi? Para ortaya konur mu? Bu kadar ağır uyku olur mu?' diyorlarmış. Hoca da cevap vermiş: "Tamam ben hatalıyım. Ama eve giren hırsızın hiç mi kabahati yok?"

TAPULU ARAZİDE GECEKONDU YAPILDIĞINDA,
"Köylünün biri savaşa gitmiş, bir süre sonra da künyesi gelmiş. Köyün önde gelenleri toplanmışlar ve dul kalan karısına ne olacağını düşünmüşler. Üzüntüyle de olsa, kadıncağızı evlendirmeye karar vermişler. Kadın evlendikten bir süre sonra, öldü sanılan köylü çıkagelmiş. Biz seni öldü sandık diyenlere de 'Yoo ben ölmedim. İşte buradayım' deyince ortalık karışmış. Sıkıntıyla gerçeği açıklamışlar ama genç köylü 'Ben karımı isterim' diye tutturmuş. 'Evlendirdik, anlamıyor musun' deseler de köylü inat etmiş. 'Ben onu bunu bilmem, karımı isterim..." demiş.
Gün ola harman ola. Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner.
öldü sandıklarınız yarın çıkıp geliverirler, mahcup olursunuz.

ANAYASA 92 OY ALDIĞINDA,
"İki berduş kasaba meydanında avare avare dolaşırken bir kalabalığa rastlamış. Bakınırlerken, bir güvercin uçup berduşlardan birinin omzuna konmuş. Herkes toplanmış, berduşa 'Sen padişahımız olacaksın' demişler. Berduş 'Olmaz' diye ısrar etse de, inatçı kasabalılara yenik düşmüş. Padişahlığı kabul edip arkadaşını da sadrazam yapmış. Aynı gün de başlamış zulme, boyun vurmaya, vergi salmaya. Arkadaşı, 'Yapma, halk kızacak' deyince çiçeği burnunda padişah cevap vermiş:
'Güvercin uçurup padişah seçen halka böylesi az bile.'

YERİNE DYP LİDERLİĞİNE ÇİLLER SEÇİLDİĞİNDE,
"Leylek yılanı nasıl avlar bilir misiniz? Leylek havada uçarken bir yılan gördün mü hemen üzerine atılmaz. Bulunduğu yerden daha yükseğe çıkar. Çıkabileceği en yüksek noktaya geldikten sonra birden yılanın üzerine pike yapar. Yılanı belinden kaptığı gibi tekrar eski yüksekliğe çıkıp yılanı aşağı atar. Bu kadar yüksekten düşen yılanın beli kırılır, hayvan ölür. Leylek ölen yılanı alır, yesinler diye yavrularına götürür. Ama bu her zaman böyle olmaz, leylek bazen üşengeçlik eder, yılanı yeterli yüksekliğe çıkmadan yere bırakır. Bu durumda yılan sadece bayılır. Yılanı öldü zanneden leylek, hayvanı alıp yuvasına götürür, 'alın yiyin' diye yavrularına bırakır. Ana leylek yuvadan ayrılınca da, yılan yavru leylekleri yer."

KÖŞK’TE ASKERLERLE KİRİZ ÇIKTIĞINDA:
"Bir profesör aslanla kuzunun aynı kafeste yasayabileceğini iddia etmiş. İtiraz edenler olsa da 'Ben bunu yaparım' demiş. Hayvanat bahçesinde denemeye başlamış. İtiraz edenler bir hafta sonra gelmiş ve kuzuyla aslanı aynı kafeste görmüşler. 'Bunu nasıl yaptın?' diye şaşkınlıkla profesöre sormuşlar. O da cevap vermiş. 'Her gün kafese yeni bir kuzu koyuyoruz.'"

VE SON FIKRA: CUMHURBAŞKANLIĞINA YENİDEN ADAY OLDUĞUNDA...
Adamın biri derdi için büyücüye gitmiş. Büyücü muskasını yazmış adama vermiş ve bir de öğütte bulunmuş: 'Şimdi bu muskayı al, boynuna as ve bir de sakın dişi tavşanı aklına getirme. Derdin iyileşecek' demiş.
Adam başını sallamış, 'Bu büyü tutmaz' demiş.
'Neden?' diye sormuş büyücü...
'Sen şimdi böyle söyledin ya, artık dişi tavşan hiç aklımdan çıkmaz.'

18.09.1999
Askerden Selçuk’a mesaj mı?
Son 10 gündür, Ankara'daki önemli büyükelçilikler, Yargıtay Başkanı Sami Selçuk'un konuşmasının tam metnine ulaşmak istiyor, İngilizce tercümesini soruyor, bilgi almaya çalışıyorlar. Geçenlerde Dışişleri'nden bir diplomat, tam AB ve ABD ile zorlu görüşmeler arifesinde yaptığı çıkışla "Türkiye'nin elini güçlendirdiği için" Selçuk'a teşekkür etti. Anlaşılan o ki Selçuk'un tarihi konuşması tamamen kişisel bir çıkış değil. Devletin içinde de "artık değişimin vaktinin geldiğine" inanan çevreler var.

Ama acaba bu eğilim ne kadar güçlü? Mesela orduda Selçuk'un konuşması nasıl karşılandı? Bu soruyu askerin de, siyasetin de nabzını iyi tutan bir dostuma sordum dün:
"Askerler Selçuk'un Yargıtay'a başkan oluşuna memnun olmuş, hatta desteklemişlerdir" dedi. Ama son konuşmasındaki bazı mesajlardan rahatsızlık duymuş olabileceklerini ekledi. "Aslında bu rahatsızlığı da yansıttılar" dedi.

"Nasıl" dedim hayretle... "Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun geçen hafta gazete ve televizyonların Ankara temsilcilerini davet edip yaptığı konuşmada Yargıtay başkanına cevaplar vardı" dedi dostum...
"Nasıl olur" dedim, "Genelkurmay Başkanı, Yargıtay Başkanı'ndan önce konuşmuştu. Selçuk'un konuşması 6 Eylül, Kıvrıkoğlu'nunki 3 Eylül..."
"Evet ama, Selçuk'un konuşması daha önceden yazılıp basılmıştı" dedi dostum... O'nun teorisine bakılırsa Yargıtay Başkanı, bir akademik tez gibi hazırladığı konuşmasını bir hafta önce tamamlayıp baskıya göndermiş. Bu broşür daha mürekkebi kurumadan Genelkurmay karargahına ulaşmış ve Genelkurmay Başkanı'nın gazetecileri ani daveti, o aşamada gündeme gelmiş. Yani asker, tepkide "ön almış". "Amma senaryo" diyecek oldum, "Ben araştırıp doğrulattım" dedi dostum. Merak bu ya, ben de Selçuk'un konuşmasını basan Afşaroğlu Matbaası ile görüştüm. "Metin bize 3 Eylül'den önce geldi, 3'ünde basılmıştı" dediler. En iyisi iki metni önüme alıp karşılaştırarak okumaktı. Ben de öyle yaptım. Metin önceden sızdırılmış mıydı, Org. Kıvrıkoğlu gazetecilerle konuşurken metni biliyor muydu bilemem, ama son 2 haftada başkenti sallayan bu iki demeci yan yana koyunca, devletin zirvesindeki yaklaşım farklılığı apaçık ortaya çıkıyor.

"Düşünce özgürlüğü" ile başlayalım. Yargıtay Başkanı diyor ki: "Düşünce yasakları toplum zararınadır. Toplumu sarsan, yüreğinden yaralayan görüşler bile ifade hürriyetinin sınırları içinde kalır, suç sayılmazlar. Küçük Hitler'lere mikrofon vermeyerek onları silemeyiz".
Genelkurmay Başkanı ise kamuoyu önüne, deprem sonrası "irticai basın"ın yaptığı yayınlardan örnekler vererek çıkıyor. "Depremi bahane ederek orduya kin kusan özel radyolar"dan yakınıyor ve yaklaşan fırtınanın işaretini veriyor: "İrticai yayınlar 1997'ye kıyasla artış gösterdi. RTÜK bunlar hakkında işlem yapmadı. Bu konudaki tasarının meclisten geçmesini bekliyoruz."
Gelelim "devlet sorunu"na... Söz Sami Selçuk'un: "Demokrasi (..) bir kez benimsenmeye görsün (..) militan devlet gidecek, görüşler, inançlar karşısında yansız devlet gelecektir",
Ve işte Genelkurmay'ın "yanıtı": "Bir şey yaparken başka bir şeyi yıkmamamız lazım. Biz bir şey yaparken öbürünü yere vuruyoruz. Millet devletsiz olamayacağı gibi, devlet de milletsiz olamaz".

"Kürt sorunu..."na gelince... Yargıtay Başkanı diyor ki: "Çoğulculuğun doğal izdüşümlerinden biri de kültürel kimliktir. Çağcıl demokrasi (..) kültürel kimliği korumak zorundadır. (Bu), iç barışın vazgeçilmez gerekçesidir.

Genelkurmay da diyor ki: "İstedikleri bazı kültürel haklardır. Bunların bazıları zaten verilmiştir. Kürtçe gazete ve kasetler serbest. Yasak olmasına rağmen Doğu ve Güneydoğu'da Kürtçe televizyon ve radyo yayınları yapılıyor".

"Eğitim...?" Yargıtay diyor ki: "Laik devlette devlet (..) din okulları açamaz, ancak toplulukların din okulları açmasını da önleyemez".

Genelkurmay "yanıtlıyor": "28 Şubat'ta MGK'dan 18 maddelik bir karar çıktı. Burada tavsiye edilen 18 karardan temel eğitim de dahil olmak üzere yalnızca 4'ünün kanunu çıktı. Ancak diğerlerinin çıkmasını teşvik edici bir durum görmüyoruz. 28 Şubat bir süreçtir; gerekirse 10 sene, 100 sene, 1000 sene devam edecektir".

Gerçekten Ankara'da, birbirlerine birkaç yüz metre uzaklıktaki iki başkanlık arasında iki gün arayla böyle bir mesaj düellosu yaşandı mı bilmiyorum. Yaşanmadıysa bile görüşler ortada... Önce depremin, sonra da bu konuşmaların Ankara'yı hayli derinden salladığı ve zirvedeki güçler dengesinden, cumhurbaşkanlığı seçimine kadar pek çok senaryoyu alt üst ettiği söyleniyor. Nereden mi biliyorum? "CNN'de söylemişler, altyazı olarak geçmiş".

17.04.1999
Yağmura rağmen
Yaklaşık 9 ay sonra yeni bir bin yıl başlayacak. Ve yılbaşında doğacak bebek, yarınki seçimlerle rahme düşecek. Türkiye'yi bu yeni bin yıla taşıyacak. Başbakanı, 2000'de seçilecek cumhurbaşkanını ve çocuklarımızı yönetmeye aday liderleri de seçeceğiz yarın... Belki de o yüzden, onca fırtınaya rağmen, yeni yüzyılın "zifaf gecesi"ne heyecan içinde hazırlanıyoruz. Bazı liderleri eleyebiliriz bu seçimde...

Merkez sağda "Geride kalan çekilsin" taahhüdüne sadık kalınırsa Çiller-Yılmaz ikilisinden biri eksilecek. Merkez solda yıllardır hiç bitmeyecekmiş gibi süren savaşta da bu seçim belki de "son düello" olacak. Yeni lider adayları da çıkabilir sandıktan... Mesela, Ankara'da daha önce kimseye kısmet olmayan "iki kez üst üste başkan seçilme" payesini Melih Gökçek alırsa, Onu bundan böyle kimselerin tutamayacağı kesin.

Aynı şey, (kamuoyu yoklamasıyla değil, ama Ankaralılar'ın sezgisiyle) son turda "anti-Gökçek" oyların tek adresi haline gelen Murat Karayalçın için de geçerli... Karayalçın burun buruna sürdürdüğü bu yarışı, partisinden birkaç kat fazla oy alarak kazanırsa CHP'de yeniden lider adayıdır. Tıpkı İstanbul'u fethederse Zekeriya Temizel'in, DSP'de en güçlü veliaht konumuna geleceği gibi... Bunlar yeni yüzyılın liderler listesine adını yazdıran aday adayları... Ama seçimin daha önemli bir sonucu, Çankaya Köşkü'nün kapısını aralayacak olması... Malum 2000'de Cumhurbaşkanlığı seçimi var ve Köşk'ün sahibi de -en azından teorik olarak- 18 Nisan'dan çıkacak Meclis'te belirlenecek. Ecevit, başbakan olursa Demirel'in Cumhurbaşkanlığını uzatacağının sinyalini verdi. Demek ki, sandıkta "DSP" diyeceklerin oy verecekleri formül bir anlamda "Demirel Cumhurbaşkanı, Ecevit Başbakan" formülüdür.

Tabii "Ecevit Başbakan" demek, hükümet sadece DSP'den oluşacak demek değil. Ecevit'in tabiriyle "ortağını biz seçeceğiz" ve görünen o ki, bir değil iki ortak gerekecek. Kimler olabilir bu ortaklar? Biri ANAP olabilir. Bu kolay görünüyor. Ya diğeri? Ecevit, "1974 koalisyonu hayatımın en büyük hatasıydı" dediğine göre Fazilet olamaz. DYP de zor. CHP'ye gelince... Baykal barajı aşabilse bile, bence Ecevit, "imaj yenilemiş" bir MHP'yi, "hasmı" CHP'ye tercih edecektir. (Burada bir parantez açıp geçen yazımda bir düzeltme yapmak istiyordum: MHP Aydın adayı Ali Uzunırmak'ın, Kemal Türkler'in katil zanlısı olarak yakalanan Ünal Osmanağaoğlu ile ortak olduklarını yazmıştım. Uzunırmak bunu yalanladı.) Bu durumda önümüzdeki iktidar alternatiflerinden birisi "Milliyetçi Fazıl-Yol" ise diğeri "Milliyetçi Ana-sol'dur. Bunları, oy verirken, herkes muhtemel sonuçları iyi hesaplasın diye yazıyorum. Ama bir de bütün bu ince iktidar hesaplarına boşverip, "Artık 'en az nefret ettiğimiz partiye' kerhen oy vermeyi bırakalım, baraj takıntısını aşalım, kaç kişiymişiz anlayalım" diyenler var. Adresleri: Özgürlük ve Dayanışma Partisi... Onların duygularını en iyi Uğur Yücel ifade ediyor: "İçinde ilerisi için pırıltılar taşıyan namuslu arkadaşlarımı kaybettim 80'lerin başında... Kalakaldım, savruldum" diyor Yücel, "Şimdi yalnız değiliz. Kalabalıklaşıyoruz. Kuzguncuklu Topal Halit rahat uyusun. ÖDP var."

Partinin adayı Can Yücel "Halkçı değiliz biz" diyor şiirinde; "Halkız!"
Moğollar, "Bir şey yapmalı" diye haykırıyor mitinglerinde... Türkan Şoray, son bir yıldır buğulu gözlerini partinin üzerinden eksik etmiyor. Gönlünü, oyunu ÖDP'ye saklıyor. Tabii ÖDP bir "sanatçılar partisi" değil. Adayları ve sempatizanları içindeki renkli simaların öne çıkmasına bakıp bu yanılgıya düşmemek lazım. Ancak unutmamalı ki, sanatçılar toplumun sinir uçlarıdır. Ufuktaki gelişmeyi ilk sezen onlar olur. Sezen Aksu telefonda heyecan içindeydi dün, oyunu ÖDP'ye vereceğini söylerken: "25 yıldır ilk kez oyumu açıklıyorum. Çünkü şen, şakrak, asi, taze bir ses, kalbimdeki sese uydu. Bu sesi çoğaltmak lazım" dedi. Sözlerini Mevlana'nın dizeleriyle tamamladı: "Düne ait ne varsa / Dünle beraber gitti cancağızım / Şimdi yeni şeyler söylemek lazım".

Yarın yağmur yağacakmış. "Bir şey yapmalı...!"

Sevgili Can Dündar'dan..

Bu Can Abi'nin Web Sitesi
Bu da Yazının Orjinali :)

Hiç yorum yok: